Vivaldi Haşim’i okusaydı dört mevsimden beşinci mevsime geçer, bir enstrüman daha katardı “sözden ziyade müziğe yakın” olana. Haklıydı Yakup Kadri: “Ahmet Haşim’de mutlaka bizim bildiğimiz beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı.” İçinde gizli suların aktığı bir ormanda ne mevsimler yaşanıyordu kim bilir!
Hayalden ayrılmadı hiç.
Hayal havuzunun sularına düşmeden hiçbir varlığın şiire dönüşemeyeceğini biliyordu Haşim. Havuzdaki yansımada bir fotoğraf sadakati değil, şekillerin varlıkla yokluk arasında dalgalanmaları vardı. Şiir buydu belki de; görüntüyü kaybolacakken yakalamak. Paul Verlaine “Dumanlısı güzeldir türkülerin; / Öyle hem seçik olsun hem kapalı,” derken bunu kastediyor olmalıydı; Archibald Macleish, “Bir şey dememeli şiir / Ama demeli,” derken bunu.
“Seyr eyledim eşkâl-i hayatı
Ben havz-ı hayalin sularında”
Her şeyin hayale büründüğü yerde sevgili de bu tülü omuzlarına alacaktı. 46 yıllık hayatının sadece iki ayına bir kadın girip kayboldu. Hayal tülüne bürünemediği için bir yer bulamadı gerçeğinde Haşim’in. İlk şiiri “Hayâl-i Aşkım/ Aşkımın Hayali” olan bir adam karanlık hayatının çıplak ufkunda bir çiçek görmüştü: Sarı, dağınık, solgun bir çiçek. Ve sarı çiçeğe, “Neden rengin sarıdır,” demek cesaret isterdi. Geceler kimi zaman yüreklendirir kimi zaman korkutur insanı. Çocukluğunda tatmıştı geceyi Haşim, kinin gibi acı fakat şifalıydı. Annesi elinden tutuyordu çünkü. Dicle’nin karanlık sularında yanıp sönüyordu akisleri.
“Annemle karanlık geceler bâzı çıkardık;
Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık
Sessiz uzatır tâ ebediyyetlere kollar…”
Geceden ayrılmadı hiç.
Hayal edebilmek için geceye ihtiyacı vardı. Gözü alışmıştı bir kere karanlığa. Bir kez geceyi sevmeye görsün insan, bütün adlarını sayıklar dururdu. Kâh leyl olurdu gece, kâh şeb. Güneşle arasına mesafe koydu bu yüzden: “Güneş, hayale müsaade etmeyecek tarzda her şeyi açık ve berrak gösterdiği için, yalnız gözlerimizle yaşadık ve hiç eğlenmedik,” diyordu bir kır gezintisinin ardından. Acı sözler söyleyen bu arkadaştan bir an önce kurtulmalıydı. Varlığını hissettirdiğinde yakıyordu güneş ve bir merheme ihtiyacı vardı Haşim’in. Güneşten bunalanları ancak ay teselli edebilirdi. Yine de güneşle akşamüstleri barışabilirdi pekâlâ. Eteklerinde güneş rengi yapraklarla ağır ağır çıkabilirdi merdivenleri. Yeter ki “Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta,” diyebilsin.
Melâlden ayrılmadı hiç.
Melâl kelimesi Haşim sayesinde yaşıyor. Çünkü “Melâli anlamayan nesle âşina değiliz,” mısraıyla yalnız kendi çağının gençliğini değil gelecek nesilleri de sorguladı şair. “Melâli anlamayan nesil” “Duyarsız nesil,” midir yalnız dokunabildiğine inanan. Kim bilir? Fakat “O Belde” ütopyasıdır Haşim’in: Bir his ülkesi. “Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,” leylî yani geceye bağlı. Geceye bağlanamaz herkes. Gecenin bitmeyeceğinden korkar ve uyuyarak kaçar gündüze. Üç noktadır: “Sen”, “Ben” ve “Mavi deniz.” Gecenin değil, hissin bitmeyeceğine delildir. Hasrete ebediyen mahkûm olanlar sormaktadır: Hangi hayalî kıtadadır o belde? Hangi uzak nehirle sınırlı? Yalan bir yer midir? Yoksa var olan ancak ele geçmeyecek bir düş sığınağı mı?
Mevsimlerden ayrılmadı hiç.
Ayrılmamak, bütün mevsimleri tek tek aynasına çağırmaktı. Bahar, “büyüleyici bir sevgilinin hayale dokunan ipekli örtüsü”; yaz, “durgun sularda yıkanan bir gölge” ve “göklerde nurunu kırpan, büyük, derin, avare bakışlı mavi bir yıldız” olarak düşüyordu aynasına. Sonbahar, “dağınık saçlara girip gizli gizli ağlayan bir rüzgâr”la hissettirirken kendini; kış, “ağlayan bir duman”, “yuvasız dolaşan iniltili kuşlar” ve “yaprak kafileleri”ydi. Vivaldi Haşim’i okusaydı dört mevsimden beşinci mevsime geçer, bir enstrüman daha katardı “sözden ziyade müziğe yakın” olana. Haklıydı Yakup Kadri: “Ahmet Haşim’de mutlaka bizim bildiğimiz beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı.” İçinde gizli suların aktığı bir ormanda ne mevsimler yaşanıyordu kim bilir!
“Kalbim
Benim bir ormandı,
İsimsiz, âsude,
Bir büyük orman…”
Şiirden ayrılmadı hiç.
Şiir bir baş belasıydı, Haşim’e göre, radyum gibi elde edilmesi güç bir madde. Dağlar kadar söz yığınlarından bazen bir katresi bile damlamazdı.
Fakat bir kez tanışmıştı şiirle. Ne kadar uzaklaşmaya çalışsa dönüp dolaşıp bulacaktı onu. Daha yolun başında uyarmıştı Fransızca hocası Ziya Bey. Sözlüye kaldırıp şiirden uzak durmasını istemişti.
“- Haşim Efendi, dedi, sen şiir yazıyormuşsun!
Kıpkırmızı oldum. Sanki utanılacak bir hareket yapmıştım.
Derhal inkâr ettim:
- Hayır efendim...
Ziya Bey, buna inanmadı. Fakat inanmış görünerek:
- Ben senden daha ciddi şeylerle meşgul olmanı arzu ederdim,
dedi.
Bu bana uzun müddet için ders oldu: Tamam üç sene şairliği bıraktım. Mekteb-i Sultani’nin ikinci sınıfına geçtiğim zaman hastalık tekrar nüksetti. Dedim ya, yeniden şiire de başlamıştım.”
Haşim şiiri bırakamazdı. Şiir ciddi bir işti ve kader onu saf şiirin temsilcisi olmaya hazırlıyordu.
Aruzdan ayrılmadı hiç.
Aruz demek musiki demekti onun için. Herkes şiirde anlam peşine düşerken o seste aradı büyüyü. Bülbülü avcıların oklarından korumaya çalıştı ömrü boyunca. Serbest nazım zannedilenin aksine son derece zordu. Yetersiz şairler için tehlikeli bir alanken, mahir ellerde zengin bir musiki zemini olabilirdi.
Anlamsız şiirler yazmadı, hayır. Fakat anlama hapsetmedi kendini. “Göllerde bu dem bir kamış olsam,” mısraından hiçbir şey anlamadıklarını söyleyenlere keşke Mesnevi’nin ilk beyitlerini hatırlatsaydı: “Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor / Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek kadın herkes ağlayıp inledi. / Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki, iştiyak derdini açayım. / Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.”
Neyse ki hayra dönüştü kaos. Nasıl hastalığı Frankfurt Seyahatnamesi gibi harikulade bir deneme kitabı kazandırdıysa Türk edebiyatına, şiirine yapılan hücumlar, 'Şiirde Mana ve Vuzuh' adlı manifestonun yazılmasına vesile oldu. Haşim’in şiir kalesini teslim etmeye niyeti yoktu: “Büyük şiirin kapıları, tunç kanatlı, müstahkem şehir kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır. Her el o kanatları itemez ve o kapılar bazan insanlara asırlarca kapalı durur.”
Topraktan ayrılmadı hiç.
Yeryüzünün taşları ve bitkileri renkli bir yansımadan ibaretti onun için. Yeniden kurgulayarak tabiattaki durağanlığı ortadan kaldırmaya çalışıyordu. “İnciden çiçekler” vardı orada, “gümüş böcekler.” “Kesik bir baştı güneş”, “dağınık tüllerdi” yarasalar. Kuğular “yaka bağır açık sarhoş gözlerle” yüzüyorlardı. “Hayal ve uyku âleminin fani kuşları ufukla toprağın esiriydi.”
Ahmet Haşim misafirlerine yemeleri için kil ikram ediyor, itiraz edenleri, “Hele bir tadın, bakın ne kadar memnun olacaksınız, ağzınızın içinde sanki bütün bir peyzaj eriyor,” diye ikna etmeye çalışıyordu. Tadını güzelleştirmek için kakule bile katıyordu kile. Toprakla bir yakınlık kuruyor olmalıydı.
Hayattan ayrılmadı hiç.
Hangi şair öldüğünde hayattan ayrılmış! Bakır zirvelerin ardındaydı ölüm ve şair bu kan rengi süvariyi korkusuzca bekliyordu. Bir akşam dostlarına “Ölüm, büyük ölüm geliyor!” dedikten sonra şu mısraları okumuştu:
“Şu bakır zirvelerin ardından / Bir süvari geliyor kan rengi / Başlıyor şimdi melul akşamda / Son ışıklarla bulutlar cengi”
Yeni yorum gönder