Sevgili Sabit Fikir okurları, bu ay kitapların alternatif dünyasında çıktığım yolculuk her zamankinden de daha ilginçti. Artık bu konuya iyice hassaslaştığımdan mıdır nedir, sanki hepsi sözleşip özellikle bir araya gelmiş, aralarındaki fısıldaşmayı da bir tek ben duyayım istemişler gibi geldi bana.
Her neyse, her şey son derece eğlenceli bir kitap olan Gary Shteyngart’ın Süper Acıklı Gerçek Bir Aşk Hikayesi’ni okumamla başladı. Yakın gelecekten, futuristik bir Amerika manzarası çizen kitapta, tersine dönmüş bir Amerikan rüyası, geri planda hala (!) var olmayı sürdüren bir aşk hikayesiyle birlikte, müthiş mizahi bir dille anlatılıyor. Öykünün Çehov okuyan kahramanı (oysa kitap okumanın fena halde uygunsuz olduğu bir çağda yaşıyor) Lenny, Rus göçmeni bir aileden geliyor ve Kore göçmeni bir genç kıza aşık oluyor. Ve bütün o çılgın mizahın ardında da göçmen mevzularına son derece ironik bakışlar fırlatıyor yazar. Peki, bu kitabın ardından elime hangi kitap geçti dersiniz? Edgar Hilsenrath’ın F*ck America’sı… Bu kez 1950’lerin Amerika’sındayız. Kahramanımız Berlinli bir Yahudi göçmen. En büyük tutkusu ise kendi yaşamını vazgeçilmez bir dürtüyle yazmak. Yarı aç yarı tok yaşayan ancak kendine has da bir serseri sevimliliğine sahip olan Jakob’un geçmişi son derece trajik olsa da (o bir soykırım hayatta kalanı), New York’ta göçmenler arasında sokaklarda yaşadığı yaşamını bir o denli mizahi anlatmayı başarıyor. Evet, yine karşımıza New York’ta yaşayan ve Amerikan rüyası sönmüş bir göçmenin hüzünle mizahın iç içe geçtiği öyküsü çıkıyor gördüğünüz gibi.
Biri sokaklarda yarı aç yarı tok gezinen sevimli bir sokak serserisinden mi bahsetmişti? İşte o zaman, bir sonraki kitabımızın, edebiyat tarihine geçmiş kahramanıyla tanışmanızın zamanı gelmiş. Henry Miller’ın Yengeç Dönencesi’nden söz ediyoruz. Bu kez Paris’teyiz, kahramanımızın da trajik bir geçmişi yok ama o da en az Jakob kadar beş parasız, sefalet içinde yaşayan, tek motivasyonu da durdurulamaz yazma tutkusu olan biri. Bir de Jakob’u fersah fersah geçen bir kadın düşkünlüğü var. Zincirlerinden kopmuş gibi çağıldayan, öfkeli sesi ise yine onu hatırlatıyor. Bu arada Miller’ın kahramanı diğer kahramanların aksine New York’tan kaçıp Paris’e gelen, tersine bir göçmen. Arada Berlin’den de bahsedildiğini es geçmeyelim.
Bir sonraki kitabımız görünürde ilgisizmiş gibi görünse de okumaya başlayınca kelebeğin kanatlarını hissediveriyorsunuz bir anda. Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda’sı son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan. Bu mücevher güzelliğindeki kitapta (mücevher benzetmesi Guardian’ın bu arada) 1900’lerin başında büyük umutlarla Amerika’ya göç eden Japon gelinlerin, burada yaşadıkları hayal kırıklıkları ve ıstırap dolu yılların ardından II. Dünya Savaşı sırasında sakıncalı görüldükleri için toplu halde bilinmeyen bir yere sürülmelerinin hüzünlü hikayesi anlatılıyor. Evet, gördüğünüz gibi yine göçmenler, yine Amerikan rüyası ve bir II. Dünya Savaşı bağlantısı var.
Sıra geldi bu ayki maceramızı sonlandıracak kitaba… Alejandro Zambra imzalı Bonzai, bu ayın bir diğer mücevher kitabı. Bu kısacık romanda bir erkekle bir kadının, Julio ve Emilia’nın ‘bonzailere’ benzer incelikli aşk hikayesi anlatılıyor. Her gece sevişmeden önce birbirlerine şiirler, romanlar, öyküler okuyan çiftin hikayesinde karşılaştığımız yazarlar ve eserleri zaten başlı başına bir hazine, hele de bu köşenin sadık okurları için. Peki, bu kitaba nereden geldik? Bir önceki kitabın Japon gelinleri, bizi kitabın Bonzai adına taşıdı elbet. Ve kitabı okurken, bu ayki maceranın son erdiğini bildiren şifreyle de karşılaşmış olduk. Julio ve Emilia en çok Çehov okumaktan hoşlanıyorlar. Aynı, bu ayki macerayı başlatan Süper Acıklı Gerçek Bir Aşk Hikayesi’nin kahramanı Lenny gibi!
Yeni yorum gönder