Rachel Ingalls’ın kısa romanı Bayan Caliban, bilinmeyeni tüm masumluğuyla sorgulaması üzerinden esprili, toplumu ve ötekileştirmeyi korkusuzca masaya yatırmasıyla düşündürücü, şiddeti tüm rahatsız ediciliğiyle işlemesiyle cüretkâr.
“Benim için yaşadığım yerin sesi bu. Bunu açıklamak zor. Hep orada, kalp atışların gibi. Her zaman, tüm hayatımız boyunca müzik vardır. Müziğimiz harikuladedir. Deniz bizimle konuşur. Konuşan, yaşadığımız yerdir. Anlıyor musun?”
Bilimkurgu tarihinin yıldızları söz konusu olduğunda akla birçok ünlü isim gelir: Jules Verne, H.G. Wells, Isaac Asimov, Robert A. Heinlein, Arthur C. Clarke ve daha nicesi… Ancak güçlü, ufuk açıcı ve düşündürücü eserleriyle birlikte türün ilklerinden olmasına rağmen başka topraklardan Rus yazar Alexander Belyaev, söz konusu isimlerle karşılaştırıldığında ne yazık ki kendine ancak tarihin tozlu sayfalarında yer edinmiştir. Yine de yazdıklarının gelecek kuşaklardaki etkisini gözlemleyebiliriz.
Sovyetlerin Jules Verne’i olarak da anılan Belyaev’in Su Adamı (Amphibian Man, 1928) adlı kitabında, üzerinde yapılan deneyler sonucunda balık solungaçlarına sahip olan ve hem denizde hem karada yaşayabilen Ihtyandr’ın yaşamını okuruz. Deniz şeytanı lakaplı canlı farklı olduğu için toplum tarafından dışlanır ve kendisinden korkulur. Romanda ötekinin dışlanması, korkunun getirdiği şiddet gibi konularla birlikte onlarca engel karşısında yaşanan imkânsız aşk da işlenmektedir.
Bu eserin beyazperde ve yazın dünyasında izlerini sürmek mümkün. Bunlardan akla ilk geleni kuşkusuz 2018’de aldığı Oscar ödülleriyle büyük başarı elde etmesinin yanı sıra türü itibarıyla törende bir ilke de imza atan Guillermo del Toro’nun çektiği, Suyun Sesi (The Shape of Water) adlı film. Yapımda gizli araştırma tesisinde tutsak olan amfibik canlıyla yalnız bir kadının kurduğu ilginç ilişkiye tanık oluyoruz. Rachel Ingalls’ın fantastik kısa romanı Baya n Caliban’da da Su Adamı’nın izlerini görebiliriz. Evet, burada da ötekileştirme, yasadışı ve etikten uzak deneyler, işkence, özgürlük ve tabii ki tehlikelerle dolu aşk gibi temalar odağımızda. Ah şu amfibik canlıların insanlıktan çektikleri…
Tekdüze hayat
Bayan Caliban’da baş karakterimiz Dorothy mutsuz, hayattaki amacını kaybetmiş, ilişkisi sallantıda bir ev hanımı. Günlük işlerinden keyif almıyor, rutini tüm sıkılganlığıyla yaşıyor, daha doğrusu yaşamaya çalışıyor. Kocası Fred’le ilişkisi, çocuklarını kaybetmelerinden beridir berbat durumda: Ayrı uyuyorlar, olabildiğince az iletişime geçiyorlar, birbirlerine “hoşçakal öpücüğü” dahi vermiyorlar. Üstelik Dorothy aldatıldığını bilmesine karşın boş vermiş bir edayla, “Geç saatlere kadar ofiste çalışıyordu. Yersen. Veya belki de gerçekten öyleydi ama Dorothy konuyla ilgili kesin bir şey söyleyemiyordu artık,” yorumunda bulunuyor. Travmayla ve mutsuzlukla sarmalanmış psikolojisi radyo dinlerken tuhaf sesler duymasına sebep oluyor: “Keman çalabilen tavuk hakkında bir hikâye duymuştu ve sonrasında arkadaşlarından, bu duyduklarının belli ki aynı programı dinleyen başka insanlar tarafından duyulmadığını öğrenmişti”. Sıkıcı hayatından sıyrılabileceği bir kaçış; gökten düşecek yahut okyanustan fırlayacak bir kurtarıcı arıyor.
O kurtarıcıysa, insanlığın bilmediği başka bir diyardan gelen, denizde ve karada yaşayabilen tuhaf canlı Larry olur. İnsanlığa yabancı akıllı ‘yaratık’, yakalanıp hapsedildiği araştırma tesisinden kendisi üzerinde çalışma yapan bilim insanlarını şiddetli biçimde katlederek kaçar. Larry’nin cinayetleri bununla da kalmaz ve her ne kadar ‘savunma odaklı olsa bile’ hep çok kanlı olur, Ingalls kalemini sakınmaz. Kaçmasıyla birlikte başıboş dolanır ve kendisini Dorothy’nin mutfağında bulur. Bu ilginç ikili arasındaki imkânsız aşk da böylece başlar.
Bireysel ve toplumsal ölçekte birbirlerini ve yabancı oldukları toplumu, kültürü anlamaya çalışırlar. Larry insanlığa dair sorular sordukça, “Neden?” sorusunu önceden sorgulamadığı için Dorothy hayatımızdaki çok bilinenleri anlatmakta oldukça zorlanır, keza okur olarak biz de. Bize öğretilen birçok temel bilginin de nasıl sorgulama filtresine hiç uğramadığını görürüz. Larry, kendisine karşı duyulan korkuyu, nefreti anlamlandırmaya çalışır. Bu zor soruya cevap vermek tabii ki kolay olmaz. Ayrıca Larry, Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabında Marco Polo’nun gezdiği kentleri Kubilay Han’a betimlemesi gibi, soyut ve hayal etmesini okura bırakan, yani ucu açık kendi dünyasını bizlere anlatır. Yazarın bu tercihini çok beğendim.
Bilinmezden gelen
Uzaya çıkmak, insanlığın hiç gitmediği yerleri keşfetmek. Bambaşka bir akıllı türün kültürünü öğrenmek. Şüphesiz inanılmaz olurdu. Larry de benzer hisleri, haklı bir özlemle söylüyor, “Yani, başka bir dünya görmek harika. Aklına gelebilecek başka hiçbir şeye benzemiyor. Ve içindeki her şey birbiriyle uyum içinde. Bunu hayal etmen imkânsız ama öyle ya da böyle her şey birbiriyle uyumlu ve her bir küçük parça ilintili gibi görünüyor. Benim dışımda her şey. Sadece kısa bir süre kalabileceğimi bilsem, bu hayal edebileceğim en heyecan verici şey, hayatımın mucizesi olurdu. Ama sonsuza kadar olduğunu bilsem, ait olamayacağım bir yerde sonsuza kadar kalacağımı bilsem ve asla eve dönemeyeceğimi bilsem, asla…”
Tutsaklığın keşfin önüne nasıl geçtiğini, hayatta kalma uğraşının heyecanını nasıl yok ettiğini vurguluyor. Ev hasretini de kitap boyunca, “Her şeyden çok. Açlıktan da çok. Açlık bile bazen geçiyor ama bu geçmiyor,” sözleriyle ifade ediyor. Okurun elinde de onun için durumun zorluğunu üzülerek anlamaya çalışmaktan başka şey kalmıyor.
Ingalls’ın kısa romanının ilginç bir yayın geçmişi var. Yayımlandığı yıl ne okurların ne de eleştirmenlerin dikkatini çekiyor. Ticari açıdan da sınıfta kalıyor. Kısacası rafların arkalarına itiliyor ve unutuluyor. Yayın hayatına başarısızlıkla başladığını rahatça söyleyebiliriz. Bir süreliğine… Ardından, dört yıl sonra Britanya Kitap Pazarlama Konseyi tarafından beklenmedik şekilde “II. Dünya Savaşı sonrası dönemin en iyi 20 Amerikan romanı” listesine dahil ediliyor. Bu durum kitabın tekrar basılmasına ve birden ilginin odağına yerleşmesine neden oluyor. Anka kuşu misali küllerinden tekrar hayat buluyor. Hatta yazar sonrasında bir yayıneviyle üç kitaplık sözleşme bile imzalıyor. Ingalls, bu gelişmelerden mutlu olmakla kalmıyor, kendini âdeta kitabı gibi yeniden doğmuş hissettiğini belirtiyor.
Bayan Caliban, bilinmeyeni tüm masumluğuyla sorgulaması üzerinden esprili, toplumu ve ötekileştirmeyi korkusuzca masaya yatırmasıyla düşündürücü, şiddeti tüm rahatsız ediciliğiyle işlemesiyle cüretkâr. Akıcı anlatımıyla bir çırpıda okunabilecek bir eser olmasıyla da öne çıkıyor
Yeni yorum gönder