Ahmet Cemal.
Geçtiğimiz ay kaybettik.
Öyle yazıldığı gibi okunmuyor bu cümle. Okunsa bile kolay anlaşılmıyor.
Çevirmen, yazar, şair, akademisyen… Daha özele inersem dost, komşu, hoca… Bir kayıpla birden fazla eksiliş.
Bazı kayıplar bir tuhaf oluyor. Var ama yok; yok ama var olma hali… Ahmet Cemal de bu tuhaf kayıplardan. Hiç gitmemiş gibi geliyor.
Kütüphanemde onun yaptığı çeviriler, yazdığı kitaplar, zihnimde anlattığı onca şey varken onun için nasıl gitti diyebilirim ki… İtiraf edeyim bunu ondan öğrendim. Tarabya Çeviri Büyük Ödülü’nü kazandığı zaman, Almanya’dan gelen bir gazeteci, evinde bir röportaj yapmıştı. Kitap raflarına bakarak, “Çevirmenlik, biraz da insanı zorunlu olarak yalnızlığa götüren bir meslek değil mi?” diye sormuş, Ahmet Cemal de şöyle cevap vermişti: “Gördüğünüz gibi duvarları dünya edebiyatının yazarları, bilim adamları dolduruyor. Onlarla aynı evi paylaşıyorum. Yani bunun adı yalnızlıksa, yeniden gelsem dünyaya, tekrar bu hayatı seçerdim.”
Onun, kitap okuyan herkesin üzerindeki emeğinin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Bizleri dünyayla tanıştırdı, desem yeridir. Ingeborg Bachmann, Walter Benjamin, Bertolt Brecht, Hermann Broch, Elias Canetti, Paul Celan, Ernst Fischer, Goethe, E. H. Gombrich, Friedrich Hölderlin, Kafka, Heinrich von Kleist, Georg Lukács, Robert Musil, Nietzsche, Novalis, Erich Maria Remarque, Rilke, Friedrich Schiller, Anna Seghers, Manès Sperber, Georg Trakl ve Stefan Zweig’ın çeşitli eserlerini son derece incelikli bir şekilde Türkçeye kazandırdı.
Çeviri onun için sadece para kazandığı ya da ün sağladığı bir iş değildi. Varlık dergisi için yaptığımız bir söyleşide, ona, düşünce süreçlerimizin tamamen dilimize bağlı olduğunu ve bunun dışına çıkmamızın bir hayli zor olduğunu düşündüğümü söylemiştim. Bu yüzden de çevirinin sanki bir düşünme biçimini başka bir düşünme biçimine çevirme işi olduğunu ve bu bağlamda “gerçekten” bir çeviri yapmanın ne kadar mümkün olduğunu sormuştum. Verdiği yanıt şu olmuştu: “Bu mümkün değil. Bunu çeviri üzerine bugüne kadar yazmış olan başlıca yabancı çevirmenler, bilim adamları da söylüyor. Mesela bunların arasında çok popüler bir isim olan Umberto Eco da var. ‘Çeviri, imkansızdır,’ diyor. Ve gerçekten düşündüğünüz zaman, ben çevirmen olarak ne iddiadayım diye bunun doğruluğunu görmemek mümkün değil. Diyelim ki, herhangi bir dilde bir eser yaratılmış ve siz onu kendi dilinize çeviriyorsunuz. Burada, çevirmenin iddiası, ben bunu başarırım,’ olamaz. Çevirmen şöyle derse ancak doğruyu söylemiş olabilir; ‘ben bu eserin, bir benzerini kendi dilimde yaratacağım.’ Çünkü belli bir dilde yarattığınız bir edebiyat eserinin aynısını başka bir dilde yaratamazsınız. Bu yüzden çeviriye ait, kimin söylediğini hatırlamıyorum ama çok doğru bir tanım var; ‘çeviri, doğru ve yerinde feda edebilme sanatıdır.’ Bir de Alman bir dilbilimcinin sözünü hatırladım; ‘her dil, bir dünya görüşüdür’ diyor. Yani bir kültürde yaratılmış bir eseri, başka bir kültüre taşımak yüzde yüz olmayacak birşey. Ama yüzdeyi yükseltebiliriz. Yüzde doksana kadar belki gelebiliriz ama o en büyük başarıdır zaten. Yüzde yüz çeviri yoktur.” (Varlık, Şubat 2015)
“Bu çeviri başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi.”
Kendisi belki de bu yüzde doksana ulaşabilmek için yaptığı çevirilere hayatını kattı. Çevirdiği eserlerle öyle bir özdeşim kurardı ki, kendisini hasta eden kitapları biliyorum. Ingeborg Bachmann’ın Malina'sı mesela, onun için özel kitaplardan biriydi. Her seferinde, “Beni o kitap verem etti,” derdi. Lafın gelişi filan değil. Zaten var olan öksürük Malina çalıştığı dönemde daha da artmış. Çalıştığı bir gece saat 3 suları yine bir öksürük tutmuş ve ilk kez eline kan gelmiş. “Bu hayra alamet değil, beni bu kitap hasta etti.” Sonradan öğreniyor ki verem olmuş.
O hastalık sürecinde yaşadıklarını Malina’nın önsözünde şöyle ifade ediyor: “Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi.”
Bir diğer önemli çevirisi, “Ancak bu çeviriyi tamamlarsam kendimi çevirmen sayacağım,” dediği, yine Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü kitabı. Bunu 40 yılda çevirdi ve bu çeviri ile 2014’te Avusturya Büyük Devlet Ödülü’ne layık görüldü. Bu kitabı çevirişinin 20. yılında bir kalp krizi geçirdi. Ve ölümün kıyılarına yaptığı yolculukta içinden geçen cümleler şöyle: ”Vergilius’u tamamlayamadım. Tamamlayamadığım bir şeyi bırakıyorum.”
Eminim ki son yolculuğuna çıkarken de hâlâ tamamlayamadıklarının derdindeydi. Halbuki tamamlayabildikleriyle bile bir ömür geçirilir.
Çevirmenliğinin yanı sıra önemli bir deneme yazarıydı Ahmet Cemal. Üslubunun derinliği ve zarafetiyle aynı zamanda savunduğu eleştirel düşünme sayesinde zihnimizde zengin çağrışımlara yol açardı. Odak Noktasında Yaşananlar, Yaşamdan Çevirdiklerim, Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor, Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler, Aradığımız Tiyatro, Oynamak Varken, Sanat Üzerine Denemeler, İnsana Dönmek, Giderayak, Lanetlenmiş Ağustosböcekleri, Okuyan Gençliğe Mektuplar bazı kitaplarının başlıkları. Şiirleri ise Geçmiş Bir Dua Kitabından başlığıyla yayımlandı. Kıyıda Yaşamak adlı bir romanı ve Dokunmak adlı bir öykü kitabı, Ben, Nazım, Yaşarken ve Ölürken ve Deliliğe Övgü’ye Methiye adlı oyunları da vardır.
19 yıl boyunca Anadolu Üniversitesi’nde çeşitli başlıklar altında dersler verdi. Devam zorunluluğu olmamasına rağmen dersleri hıncahınç dolardı. Disiplinlerarası etkileşimleri çok kıymetli bulurdu; dört yıl önce açtığı, benim de ders verme şansını bulduğum ACKA’da (Ahmet Cemal Kültür Atölyesi) disiplinlerarası çalışmalara olanak tanır ve bu konuda bizleri epey desteklerdi.
Sürekli üreten, araştıran, düşünen, tüm bunlarla zihnini besleyen bir adamdı. Son zamanlarında bile okumaktan, izlemekten, dinlemekten asla geri durmadı. Yalnızlığını severdi, ona zeval gelmesin isterdi ancak sosyalliğinden de ödün vermezdi. Çok sevdiği mahallesi Moda’da kitapçı, sahaf gezmeyi; kafelerde, pastanelerde oturmayı çok severdi. Hastaneye yatmadan evvelki bir buluşmamızda bir sahaftan Medeniyetler Tarihi Ansiklopedisi’nin tüm ciltlerini satın almıştı da, çocuksu bir merak ve sevinçle tüm haftayı o kitaplarla meşgul olarak geçirmişti. Çok kısa bir süre sonra da hastane süreci başladı.
Son zamanlarında özellikle hastanede sürekli dinlediği bir şarkı vardı. Onun klibini izlerken kendinden geçerdi. O sırada yanında olan herkese de dinletmişti bu şarkıyı. Milva’dan “Lili Marleen”... Ahmet Cemal’in güzel ruhuna gitsin. Olduğu yerde huzur bulsun.
Görsel: Oğuzhan Demirel
Yeni yorum gönder