Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

BaşkaDünyalardan // Satır arasındaki hayaletler




Toplam oy: 245

Kökleri gotik edebiyatın Avrupa’dan uzanan karanlık ağlarıyla örülü olan Amerikan edebiyatının en önemli özelliklerinden biri, ilk edebi örneklerinden çağdaş çoksatanlara uzanan bir yelpazede, aile kavramının tekinsiz tarafına eğilmesidir. Kurulu düzenin yapı taşlarını hem sosyolojik hem de psikolojik ölçüde yerinden edip yıkmaya çalışan anlatılar, iyilik/kötülük, inanç/günahkarlık, ölümlülük/ölümsüzlük eksenlerinde bireyin ve toplumun içine düştüğü çaresizliği göstermekte Poe ve Lovecraft gibi öncü örnekler sayesinde Avrupalı çağdaşlarından çoğu kez daha etkili olabilmişlerdir. Ailenin kırık, bozuk, çürük ve eksik yanlarının bir araya getirilmesiyle bu kavramın kendiliğinden arızalı bir kimliğe sahip olduğunu göstermek, Amerikan edebiyatının ana izleklerinden biri olarak durur karşımızda.

Daha önce yayımlanan Kafamdaki Hayaletler romanında şeytan kavramını köşeye sıkışan bir ailenin, silik bir “baba” figürü ve onun yerine geçen bir “peder” figürünün etrafında temellendirerek anlatan Amerikalı yazar Paul Tremblay, Türkçede yeni yayımlanan Şeytan Kayası romanında da artık ailesinin bir parçası olmayan bir baba ve kayıp bir oğul üzerinden başka bir korku edebiyatı figürünü, “hayalet”i alıyor gündemine, ama orada durmuyor ve sadece hayalet öyküsü demekle yetindiğimizde çok eksik kalacak bir korku romanına imza atıyor. Bu, eşsiz ve oğulsuz kalan bir annenin anlatısı, bir kayıp vakası, bir eksik öyküsü. Şeytan, parçalanmış bir ailenin dramını korkunun alanına taşımakta ne kadar yerinde bir kavramsa, hayalet de bu korkuyu, aile olamama endişesini gerilimli bir şekilde yansıtmak için son derece müsait bir figür. Hayalet figürünün dönüştüğü ve kurguyu dönüştürdüğü bir nokta ölümcül öneme sahip, ama romandaki işlevi gereği, muhtemel okurlar tarafından keşfedilmeyi bekliyor. Korku edebiyatının önemli tema ve kahramanlarından biri, sürpriz bir biçimde karşımıza çıkıyor.

Romanın olay örgüsündeki en kilit nokta, esere de ismini veren “Şeytan Kayası.” Bu esrarengiz mekanın tarihini, arka planındaki efsaneyi öğreniyoruz bir noktada. En son Şeytan Kayası civarında görülen kayıp kahramanımız Tommy’nin, özellikle annesiyle özdeşleşerek okuduğumuz öyküsünün arasına zaman zaman geçmişe gittiğimiz ve olaylara nesnel olarak tanık olduğumuz bölümler de giriyor. Tommy nasıl ve neden kayboldu? Yaşıyor mu ve geri dönecek mi? Kaçırıldı mı, yoksa kendi iradesiyle kaçtı mı? Bu sorular ailesinin kafasını kurcalıyor ve yüzeysel bir şekilde bakıldığında romanın konusu bu kayıp vakasından ibaret. Ne var ki karşımızda bir Paul Tremblay romanı var ve elbette bu öykü, yüzeyinden ibaret değil...

Kafamdaki Hayaletler’de postmodern kurguya daha çok yaklaşan, bize metinsel oyunlar oynayan Tremblay, bu romanında da (günlük sayfalarından ve sorgu kayıtlarından bölümlerle) birtakım yöntemler deniyor, ama aynı yoğunlukta ve işlevde değil. Bu açıdan Şeytan Kayası’nın nispeten daha “kestirmeden giden” bir olay örgüsü olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, Kafamdaki Hayaletler’de toplumsal eleştiri dozunu yüksek tutan Tremblay, Şeytan Kayası’nda aynı tutumu sergilemiyor. Annenin, çocuğun ve yokluğuyla yer kaplayan baba figürünün ortaklaşa beslendiği çekirdek bir korku öyküsünde odaklanıyor. Tremblay’in buradaki edebi ustalığı, birçok yazarın örtük bir şekilde yansıtmayı başaramayacağı bir meseleyi satır arasında etkin bir biçimde işleyebilmesinde yatıyor. Öteki dediğimiz şeyi nasıl yarattığımızı ve yok ettiğimizi, benliğimizi nasıl parçaladığımızı ve bütünleştirmenin nasıl dehşetlere gebe olduğunu, kısacası oldukça kültürel bir çözümlemeyi, sadece usul usul sezdirerek, sanki karanlık taraftan bilgi sızdırarak sağlıyor. Şeytan Kayası, yüzeysel bir aydınlık, netlik ve şeffaflıkla ilgili sıkıntımız olduğunu hatırlatan, korkunun, ölümün, karanlığın bazı şeyleri daha net ve şeffaf gösterebildiğini ortaya koyan bir hikaye anlatıyor. Doğrudan baktığımızda göremeyeceğimiz hakikatlerin, ancak gölgeler eşliğinde hatlarını belli eden ve o yüzden korkunun sınırlarına dahil olan hakikatlerin hikayesi bu. Ve tüm meselesi, ortada olmayan bir baba, nerede olduğu bilinmeyen bir çocuk ve onun baba figürüne dönüştürdüğünden şüphelendiğimiz, Arnold adlı gizemli bir kahraman arasındaki, muammalarla dolu ilişki.


Romanın korku edebiyatının nitelikli bir örneği olmasını sağlayan asıl tarafı, metinde çok az yer kaplayan bir ayrıntı gibi tasarlanmış Tremblay tarafından. Bu noktada teraziyi bize bırakıyor yazar; nereye ağırlık vereceğimizin sinyalini veriyor ama gözümüzü kör edecek şekilde sokmuyor odağımıza. Final perdesi yaklaştıkça sırların aydınlandığı bir anlatı da sunmuyor. Tam aksine, en büyük muamma finalde bekliyor. İkircikli bir şekilde, muallakta kalmış gerçek hayatlarımıza bizi böyle uğurluyor Tremblay. Hayaletlerimizle, kendi ölümümüzle, ölümüzle baş başa bırakıyor.

 

 

“Yıkmak" bir zevkti


HBO, Netflix ve Amazon gibi kanalların izleme alışkanlıklarını değiştirecek kadar çok üretim yapması, dizilere getirdiği kalite artışları hem yapımcıları hem de izleyicileri yeni beklentilere ve arayışlara doğru yönlendiriyor. Televizyon filmleri de bu sürecin getirdiği –dizi ya da sinema kadar popüler olmasa da kendine yer edinebilecek gibi duran– bir alan günümüz için. Öyle ki bazı televizyon filmleri pek çok sinema filminden çok daha fazla bütçeyle çekilip, daha heyecan verici işler ortaya koyuyor ya da koymaya çalışıyor.

 

HBO’nun mayıs ayı içerisinde yayınladığı ve Ray Bradbury’nin aynı isimli başyapıtından uyarlanan Fahrenheit 451 de pek çok izleyicide böylesi bir beklenti oluşturmuştu. Lafı bu kısımda uzatmaya gerek yok zira bunda su götürmez biçimde başarısız olduğunu saklamak pek de mümkün değil. Daha önce François Truffaut tarafından çekilen ve 1966’da vizyona giren ilk uyarlama, sinema tarihinin en kendine özgü filmlerinden biri olmakla birlikte yönetmeninin de başarılı işlerinden biriydi. Ne oldu da Ramin Bahrani’nin elinden çıkan ve büyük bir bütçeyle çekilen 2018 uyarlaması Bradbury’nin ve Truffaut’nun başarısının çok uzağında kaldı?

 

HBO yapımı Fahrenheit 451'den

 

Oyunculuklar, kesinlikle bu başarısızlığın sebebi değil. Yüzbaşı Beatty ile Guy Montag’ı canlandıran Michael Shannon ve Michael B. Jordan, üzerlerine düşen görevleri layıkıyla yerine getiriyor. Filmin aksayan kısmı, bu ikilinin kitaptan ve ilk uyarlamadan çok daha farklı bir ilişkiye, baba-oğul ya da öğrenci-öğretmen gibi duygusal bağ gerektiren bir dinamiğe sahip olması. Bu durumun altını doldurabilecek zaman ya da uygun bir senaryo olmadığından, karakterler, en hafif tabiriyle köreliyor ve bir başlarına kaldıklarında iki boyutlu insanlara dönüşüyor.


Karakterlerin yanı sıra dünyayı karikatürize etme durumu da filmin mühim bir eksiği. Bradbury’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasının etkisiyle toplumdaki gerilimler ve McCarthy döneminin baskıcı etkisinden yola çıkarak yazdığı ve kitapların yok olmasından gerçekten korktuğu için ortaya koyduğu eser, HBO versiyonunda tamamen sosyal medya alegorisine dönüşmüş. Bunun sebebi ise yapılan eklemeler, çıkarmalar ya da değişiklikler değil. Distopya edebiyatı ve sinemasının günümüzde geldiği noktada Bradbury’yi bu kalıplara sıkıştırmak ve eseri yazıldığı dönemden azade ele almak romanın ağırlık merkezini bambaşka bir yere kaydırıyor. İlk uyarlama, kaynağına bu anlamda çok daha sadık kalmayı başarmıştı.


Ve filmin finali… Tüm aksaklıklarına karşın, orijinal eserden bağımsız düşünerek izleyicilere keyifli birkaç saat vaat edebileceği yerde Bahrani’nin filmi öyle anlaşılmaz bir şekilde nihayete eriyor ki tüm o oyunculukların, tasarımların, iyi olduğu öne sürülebilecek değişikliklerin hatırı siliniyor. David Lynch’in 1984 tarihli Dune uyarlamasının “olmadık” finali dahi bu uyarlamanın yanında çölde bir vaha gibi kalıyor! Bahrani, kitap ve eski uyarlamanın birbirinden farklı finallerine bir üçüncü alternatif getirmeye çalışırken sahip olduğu kredileri tümden kaybediyor.

Bu yeni uyarlama sosyal medyada ne kadar “like” topladığını düşünedursun, Bradbury’nin eseri elbette milyonları etkilemeye, günü geldiğinde kitabın ve kitapseverlerin hak ettiği yeni bir uyarlamaya dair umudun ateşini canlı tutmaya devam ediyor.

 

Avengers: Infinity War

 

Kısa Kısa...

 

  • Neil Gaiman, 2013 tarihli Yolun Sonundaki Okyanus’tan beri roman yayımlamamış olmasına rağmen Trigger Warning adında bir öykü derlemesi, Sandman’in başlangıç hikayesi olarak The Sandman: Overture adında bir çizgi roman, The View from the Cheap Seats başlığıyla bir makale ve söyleşi derlemesi ve Norse Mythology diye bir mitoloji kitabı yayımladı. Buna ek olarak Good Omens dizisinin başyazarlığını yürüten Gaiman’ın üretkenliği hız kesecek gibi durmuyor... Yeni yapılan duyuruya göre, daha önceden pek çok kitabını ve öyküsünü resimleyen Chris Riddell ile bir sanat kitabı çıkaracak: Art Matters. 2 Eylül’de çıkması beklenen eser makale, konuşma, şiir ve manifestolardan oluşacakmış. Gaiman, kendisinin de dediği gibi, “daha önceden olmayan şeyleri var ederek dünyayı daha aydınlık bir hale getirmeye” devam ediyor.

 

  • 10 yıl ve 18 filmlik bir süreci kapsayan, modern zamanların en büyük “franchise”larından biri olan “Marvel Sinema Evreni”, uzun zamandır beklenen Avengers: Infinity War filmiyle süper kahraman filmleri adına yepyeni bir çıta belirledi. Onlarca rekoru yerle bir eden film, tüm zamanların en fazla gişe hasılatı yapan filmi olmayı başarmakla kalmadı, -ilk gün, ilk hafta, ikinci hafta, bölgesel ve dünya çapında açılış günü, Çin ve Rusya’da en iyi açılış günü ve 1 milyar dolar hasılata en hızlı ulaşan film rekoru gibi akla kolay kolay gelmeyecek ve aşılamayacak- bir sürü rekorun yeni sahibi oldu. Bunu yaparken de en yakın rakiplerini oldukça ardında bıraktı. Önümüzdeki sene gösterime girecek olan Avengers 4 için büyük bir beklenti oluşturan film, o döneme kadar da bu rekorları kimseye kaptırmayacak gibi görünüyor.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.