Kendini Hasan Ali Toptaş ile birlikte yeniden keşfe açan Türkçe, yazarın kalemiyle birlikte dillendikçe dilleniyor. Toptaş’ın, zorlar gibi gözükürken dahi kendini anlaşılır kılan dil balansına alışkınız. Sürükleyiciliğine, birbirini tamamlamak için dizilen sözcüklerin cümle içindeki dozajına, merak öğesinin ilk andan itibaren muhatabını bağlamasına da…
Henüz iletişim lisesindeydim. Bölüm hocalarımız her fırsatta, üniversiteden önce şekillendirmeye başlamamız gereken geleceğimiz üzerine üst sınıftaki ‘başarılı’ öğrencilerden örnekler veriyordu. Gizli bir kıskançlık ve gelecek kaygısı sarmalında olduğum günlerden bir gün, misallerde adı geçen talebelerden birinin ‘Picus’ adlı edebiyat dergisinde staj yaptığını öğrendim ve dergiyi düzenli olarak takip etmeye başladım. Yıl 2006. İşte adını daha önce hiç duymadığım Hasan Ali Toptaş ile bu helezonide tanıştım. Toptaş’ın etkileyici saptamalarını mı özümsesem, yoksa röportajı yapan bir başka yazar Latife Tekin’in hikâyeleştirerek sorduğu sorulardan mesleki çıkarımlar mı yapsam diye bir keşmekeş içerisindeydim ki, Toptaş şu lafzıyla ağır bastı: Dilin düşünce taşıyan bir araç değil, düşüncenin ta kendisi olduğunu öğretselerdi keşke diye düşünmüşümdür hep. Hatta insanın ta kendisi olduğunu öğretselerdi. “Tamam’’ dedim, “hayâl dünyama kesinlikle şekil verecek Türk yazarlardan birini daha buldum.’’ Sonra Yalnızlıklar’ı edindim alelacele. Hani Hasan Ali Bey’in, ilk iki hikâye kitabından sonra onu anlamıyorlar diye yazmamaya, hayatını bir edebiyat okuru olarak sürdürmeye karar vermişken kaleme aldığı Yalnızlıklar’ı… Vuruldum: Yalnızlık, sizin size yokuşunuzdur. Peyami Safa’nın Yalnızız romanında, ‘’Kendi kendimizle mücadelelerimizde bile, kendilerimiz birbirine karşı yalnızdır’’ tespiti birdir fikir dünyamda, bu iki. Yalnızlığa dair bu iki yazarın armağanları dışında, üçüncü bir küpem de yoktur.
Taş ağlayan Güldiyar’ın sessiz hikâyesi
Okumadığım eserleri olduğunu da itiraf ederek söyleyebilirim ki, gel zaman git zaman ‘iyice’ değil belki, ama ‘daha iyi’ tanımaya başladım Hasan Ali Toptaş’ı. Bu süreç Gölgesizler, Kayıp Hayâller Kitabı, Ben Bir Gürgen Dalıyım, Bin Hüzünlü Haz, Harfler ve Notalar, Heba, Kuşlar Yasına Gider ile kendini geliştirmeye devam etti. Şimdiyse, geçen ay Everest Yayınları’ndan çıkan Beni Kör Kuyularda’nın final sayfasından sonra, eserle yüzleşme safhasındayım. Yine kendini Hasan Ali Toptaş ile birlikte yeniden keşfe açan Türkçe, yazarın kalemiyle birlikte dillendikçe dilleniyor. Toptaş’ın, zorlar gibi gözükürken dahi kendini anlaşılır kılan dil balansına alışkınız. Sürükleyiciliğine, birbirini tamamlamak için dizilen sözcüklerin cümle içindeki dozajına, merak öğesinin ilk andan itibaren muhatabını bağlamasına da… Zaten yazar da, dokuzuncu sayfadayken daha, sabırsız bekleyişime son veriyor, “… bakıştılar bir müddet. Gecekonduların arasında gezinen uğultular perde perde gelip oraya toplandı onlar böyle bakışırken” dedi ve sonra başladı Güldiyar’ın hikâyesi… Babasına yemek götürmek için çıktığı yoldan, âlemin sırrını yüklenmiş de dönmüş gibi sus pus olan, her ağladığında gözlerinden yaş yerine taş dökülen Güldiyar’ın… Burada durdum biraz. Tüm alfabe eteğiyle ceketiyle ete kemiğe büründü. Menzil göründü bir uçtan öbür uca, yaşanan her şey dile gelmek istedi, gelemedi. Canlanıveren ot kokularıyla birlikte püfür püfür dalgalanan mor benekli beyaz eteğiyle bayır aşağı inerek başladığı ‘o yolda’ ne olup bitti, bilmiyoruz. Zaten hikâye öyle devam etti ki, kitabın sonunda artık o yolu düşünmez oldum.
Her karakteri ayrı bir kahraman
Geceler mi gündüzleri kovaladı “örteyim kötüyü” diye, yoksa gündüzler mi geceleri kovaladı “herkes görsün” diye bilemiyorum ama geçti gitti vakit. Deldi de geçti, ezdi de geçti üstelik… Zamanla dilden dile dolaşan Güldiyar’ın sıra dışı öyküsü, birbirinden bağımsız sürüsüne bereket insanı doluşturdu Muzaffer’in avlusuna. Onun da öyküsü bu çünkü şifa ararken bulamayan, çaresizlikten yanıp kavrulan zavallı bir babanın öyküsü. Kaçıp gitmesine bile izin verilmeyen bir babanın… Heba’nın Ziya’sını anımsatıyor bana biraz Muzaffer. Şehrin insanı yok edişinden doğaya kaçan ama yine mutsuz olan Ziya’yı. İşte Muzaffer de yine aynı sebeple köyden şehre kaçmıştı, ama ikisi de her şeyin insanda başlayıp insanda bittiği gerçeğini atladı. Sonra…
Dursun’un da öyküsü biraz Beni Kör Kuyularda. İstemeden de olsa ‘seyirci’leri tutup en yakın komşusunun evine musallat eden, bitmeyecek acıklı bir döngüye de kendi rızasıyla ortak olan... Nasıl bir döngü olduğunu ben anlatmayayım en iyisi! Sonra bu öykü biraz da Emine’nin aslında, Halil’in, Zahit’in, Bahriye’nin hatta bir kere bile yüzleşmediğimiz Hüseyin’in… Kitapta adı biraz geçmiş, biraz geçmemiş, bizimle kısa kalmış, uzun kalmış fark etmez. Beni Kör Kuyularda’nın karakter hiyerarşisi yine alıştığımız romanların daha dışında.
Derinine inemediğimiz karakterlerin, tanımakla tanıyamamak arasında kaldığımız kişilerin kitapta gelişigüzel karşımıza çıkmadıklarını biliyoruz. İşte bu, bilgiyle yola çıkan ama o yolu sezgiyle alan Hasan Ali Toptaş anlatımını göz önünde bulundurduğumuzda, yine tanıdık bir ahenk… Romanda karşı karşıya kaldığım her bir adın olayları yaşarken hissettiklerini, bu feraset ve düşle kavramaya çalışıyorum, ki Harfler ve Notalar’da da “Okuyana Mektup” adlı yazısının sonunda şöyle der Toptaş, “Zaten seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem. Sen de abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence. Çünkü her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.”
Bir meczûba öykündüren roman!
Birkaç ay önce içeriği itibarıyla çok başarılı bulduğum bir film izlemiştim: Geliş. Dilin, zamanı nasıl etkilediğini ve insana nasıl kavram kattığını anlatıyordu gizli gizli. Hasan Ali Toptaş’ın Şükrü Erbaş ile sohbetinden bir pasajı hatırlattı bana, “İnsan, zamanların bir araya gelmiş halidir. Ya da zaman dediğiniz şey biraz da mekândır ve mekân dediğimiz şey de belki zamandır.’’ Beni Kör Kuyularda, işte o bir araya gelen zamanı çok iyi anlatıyor. Roman, dünya üzerinde gitgide bencilleşen insan ırkının, içler acısı ahvâlini okura çok iyi yansıtmayı başarmış. Kitap boyunca kendime sorduğum çoğu sorudan en istikrarlı olanı ‘’Peki ben ne yapıyorum?” oldu. “Güldiyar’ın yerinde olsam ne yapardım?” ya da “Böyle bir olayla karşılaşan insanların azgın merakına nasıl karşı koyardım?” değil. ‘Şimdi’ ben ne yapıyorum? Her şeyi durup ‘seyretmeye’ gün geçtikçe daha da alıştığımız, iletişimin, medyanın, görsel dünyanın zehirli tarafını büyük lokmalarla yutup güle oynaya kucakladığımız ruhsal hastalıklarımız arasında “Peki, ben ne yapıyorum?” Aklımızın başında olduğuna o kadar eminiz ki, herkesin meczup bellediği o Halil kadar olamıyoruz: Ben kötülük edenle kötülüğe maruz kalana aynı yüz ifadesiyle bakamam, her ikisine de gülümseyemem diyorum size. Bunu yaparsam, o zaman da kendi yüzüme bakamam!
Yeni yorum gönder