Şöyle diyor Tolstoy: “Her edebi eser, iki türden birine aittir; ya bir kahraman yola çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Hikâyeleri bambaşka saiklerle türlere ayıran birçok edebi otorite olmasına rağmen (Booker, Thomas, vb.) Tolstoy’un söylediğine pek az kişi karşı çıkabilir. Herman Melville’in Redburn kitabı da bir yola çıkış hikâyesi. Denize meraklı bir genç, Wellingborough Redburn, yollara düşüyor ve Redburn böyle açılıyor.
Herman Melville, Redburn’ü on dokuz yaşında çıktığı ilk deniz seyahatinden esinlenerek yazıyor. Yazım sürecinde, kitabı ithaf ettiği kardeşi Thomas Melville’in de payı olsa gerek; ithafta “şimdi bir denizci olarak Çin’e sefer yapan küçük kardeşim” diye bahsi geçen Thomas ile Herman’ın birbirine aktaracak deniz hikâyeleri olmuştu ve bu sebeple, kitabı sadece Herman’ın hayatından bir kesit olarak nitelemek doğru olmayabilir. (İkilinin hayatlarına dair bir not daha: Redburn’ün babası da tıpkı Melville kardeşlerin babası gibi ölmüş ve ailesini sefalet içinde bırakmıştı.) Redburn deniz seyahatine çıkmasındaki en büyük motivasyonu Arabistan’dan dönen bir gezginle karşılaşmasına borçludur. “Bak ne kocaman gözleri var” der teyzesi gezgini işaret ederek ve bunu gezginin gördüklerine, yaşadıklarına yorar. Redburn, o küçük yaşında, gezgini evine kadar takip etmek istese de teyzesi buna izin vermez, fakat bu gözleri kocaman Arap gezgin imgesi Redburn’ün zihnine takılır kalır.
Minör bir hikâye
Redburn’ün hikâyesinin bir diğer sebebiyse şu olmalı... Redburn, tıpkı Melville gibi, deniz seyahatinden çok seyahatin kendisine sağlayacağı hikâye anlatma fırsatını gözetir kitap boyu: “Dört ay içinde döneceğim” der Redburn, “ve size Avrupa’yı anlatacağım.” Deniz yolculuğuna merakı, döndüğünde onu anlatmak istemesine dayanır. Bu sebeple, karşılaştığı ilk zorlukta bu yolculuktan dönmek için can atar; gemileri henüz büyük dalgalarla göğüs göğse dahi kalmamışken, Hudson Nehri’ndeki evinin hayalini kurmaya başlar ve annesinin sözünü dinlemediği için kendisine kızar. Denizler minör bir hikâye yaratmak, bir ütopya ya da distopya kurmak için harikulade mekânlar. Kiminin arkhe olarak gördüğü, yaşamın başladığı yer, su, tüm bir hayatı sığdırmak için en ideal şartları sağlıyor. (Adada, gemide geçen ve bir ömrü, ideolojiyi ya da cinsiyet rollerini anlatma iddiası taşıyan ne çok hikâye var mesela, değil mi?) Redburn de biraz bu sebeple açılıyor denize; yaşamını bir gemiye sığdırmak istiyor, döndüğünde anlatacak hikâyeleri olsun istiyor ama bu düşlediği kadar eğlenceli bir macera değil.
Bir denizci değil, bir hikâyeci
Aylaklık peşinde koşan Redburn, “Bırakın dünyanın etrafında döneyim; bırakın denizin üzerinde sallanayım; bırakın koşturayım ve hayatım soluk soluğa geçsin” nidaları atarken, bir sonraki sahnede işe koyulmak zorunda kalıyor ve tavuk kümesi temizliyor. Denizcilerle birlikte bir yolculuk içinde, ama onlarla seyahat etmesi onlardan biri olduğu anlamına gelmiyor; hiçbir işe yakıştıramıyor kendini çünkü o bir denizci değil bir hikâyeci, bir avare. Bu yönüyle Redburn’ün seyahati Defoe’nun Robinson’unkine benzetilebilir; anne babasını dinlemeyen iki karakter, Redburn ve Robinson denize açılır. Robinson’un gözü çok daha pektir gerçi ve Robinson hayatın zorluklarıyla yoğrulmuş bir karakterdir; Redburn ise bir acemidir henüz, belki de bu yüzden gemisi ayakta kalmıştır. Çünkü Redburn’ün gemisi kaza geçirseydi, o adada Robinson gibi, bir medeniyet inşasına girişemeyebilirdi. Redburn, Melville’in Moby- Dick’i ile de kıyaslanabilir pekâlâ ama şöyle söylemek daha doğru; Moby-Dick’e dair birçok fikir sunan Hawthorne gibi bir figür olmasaydı, bu kıyas daha makul olabilirdi.
Yeni yorum gönder