Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Bir Vazgeçiş Sanatı: Bartleby Sendromu




Toplam oy: 138
Sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi, yoklukta bir varoluş şekli, bir vazgeçiş sanatı olan Bartleby Sendromu; Herman Melville’in “yapmamayı tercih eden”, eylememeyi eylem edinen kahramanı kâtip Bartleby’den alır adını. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer peki?

“Bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ‘Tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, yaşamdaki inancının tükendiği an gelmişti’ cümlesini okudum. Bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum.”

 

Albert Camus

 

 

Bir sanatçıyı sanatını yaparken seyretmek, sanatın kendisinden daha sanat bazen. Bir sanatçıyı sanatçı kılan sanatından vazgeçmesi, sanat olamaz mı peki? “Bartleby Sendromu” diyorlar. Yoklukta bir varoluş; vazgeçişin sanatına. Sanatçı ruhu, yeteneği, yaratma kudreti olduğu halde çeşitli nedenlerden, nedensizlikten, nedenin ne olduğunun dâhi bilinmediği durumlardan dolayı sanatçının yaratmaktan vazgeçmesi haline. Sanatın intiharı budur belki, yaratmaktan vazgeçmek. Vazgeçiş; mağlubiyet, bırakış, uzanamayış değildir. Vazgeçebilmek, tıpkı seçmek gibi kudret gerektirir. İnsan bir şeyi yapabilecek kudreti, istidadı, potansiyeli olduğu halde yaratmaktan neden vazgeçer peki?

 

 

Yaşamanın tesellisi: Yazmak

 

 

İnsan yazmaktan, yaratmaktan neden vazgeçer sorusu “insan neden yazar?” sorusuna götürüyor aklı. Yaşamı nükseden bir hastalık gibi geçirenler çok defa yaşamanın tesellisini yazmanın şifasında bulurlar. Sait Faik’in meşhur “Yazmasam deli olacaktım”, Slavoj Zizek’in “Yazmak hayatımı kurtardı” gibi bazı yazma gerekçeleri yazmanın şifacı etkisini gösteriyor. Zizek’te yazmak, intihar erteleyici bir karakteristik de taşır. Bir röportajında şöyle ifade eder: “İntihar edebilirim ama bitirmem gereken bir yazı var. Önce onu bitireyim, sonra kendimi öldürürüm. Sonra başka bir yazı sonra başka bir tane. Ve işte hâlâ buradayım.” Bu şifacı etki Cioran’da zirveye çıkar. Ezeli Mağlup’ta “Yazmak olağanüstü bir tesellidir. Daha da ileri gideceğim: eğer yazmamış olsaydım, katil olabilirdim. İfade etmek bir kurtuluştur.” William Faulkner, yazmak ve yaşam arasındaki gelgitli ilişkiye daha başka bir perspektifle bakar: “Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar.” Faulkner bu sözüyle, Oscar Wilde’ın yaşamla yazı münasebetini de izah etmiş olur. Çünkü Wilde dehasını hayatına; yeteneğini yapıtlarına harcadığından bahseder. Andre Gide, Wilde için “Yunan filozofları gibi Wilde da bilgeliğini yazıya dökmez, konuşmasıyla ve hayatıyla aktarırdı; bilgeliğini tedbirsizce, insanların uçucu belleğine emanet ederdi, suyun üzerine yazar gibi.” derdi.

 

Yazmak gerekçeleri ise, yazarların mizacı, üslupları miktarınca çeşitleniyor, başkalaşıyor. Onlardan diğer ikisi Virginia Woolf’u “şimdiki an” hissinden alıp, onu iyileştiren akıntısına sürükleyen, zamanlar arası yolculuk edebilen bir sandal işlevi gören yazısı; diğeri ise tıpkı yapıtlarına benzeyen bir gerekçeyle George Orwell’un yazısı. Orwell, yazarı yazmaya sürükleyen nedenleri dörde ayırıp yazma gerekçelerini şöyle söylüyor: “egoizm, estetik hevesi, tarihsel dürtü ve politik amaç.” Bu bambaşka yazma gerekçeleri arasında ben, yazmak gerekçemi bedeli yaşamak israfı olan, pahalı bir ihtiras olarak yahut düşlerin yaşamdan intikamı olarak izah ederdim.

 

 

Tesir kudreti


 

Yazma gerekçelerinin varlığı kadar yazarları bekleyen başka tehlikeler de var. Bartleby Sendromu’nun ne kadar tetikleyici olduğu bilinmez ama her iyi yazar “etkilenme endişesi”ne sahip değil midir? Ruhun gücünün alâmeti budur belki: Tesir kudreti. Birinin ruhuna sinmek, öyle bir ruh taşımak ki, muhatabın ruhuna nüfuz etmek. Mevlâna “neye talipsen o’sun” der. Katılıyor ve artırıyorum: Neyin tesirinde isen, o’sun. Tesirinde kaldığımız şey kadar ruhumuzu ifşa eden ne var? Tam bu noktada devreye taklidin talihsizliği girer. Sanatçıların ya da sanat eseri yaratma hevesi güden insanların başına gelebilecek en talihsiz şey; tesirinde, çekiminde, cezbesinde kaldığı güçlü bir ruhu şuursuz taklit etmek değil midir? Taklit ne kadar şuursuz, ego ne kadar yaralıysa vaziyetleri o derece trajik olur üstelik.

 

 

Tezle değil antitezle başlayan fikir akımları gibi yazmak reaktif tavırla yapılıyor bazen. Reaktif bir tavırla yazanların rekabet hırsından beslendiğini görürsünüz. Yaratma edimi kendiliğinden değil “o yazıyorsa/o yapıyorsa/ben de yazarım/ yaparım” diyedir. Kendiliğinden, kendilikleriyle değil, reaktif bir tavırla yola çıkanlar en çok üslûp ve özgünlük konusunda sıkıntı yaşarlar bu yüzden. Kendilerine ait bir odaları, kavramları, sözcükleri yoktur çünkü. Belki de bu yüzden özgünlük yetenekten daha mühim. Yetenek, zekâ, birikim hepsi büyük avantajlar ama yeteneği, zekâyı, birikimi özgünlükle birleştiremeyenler benzersiz bir eser ortaya koyamıyor. Napolyon “taklit edilemez tek şey” der cesaret için. Şuursuzca tesirinde kaldığı herkesi, her şeyi taklit edebilen insan, cesareti taklit etmeye cesaret bulamıyor. Özgünlüğünü bir cesaret gibi ortaya koyanlar için de geçerli bu, özgünlük cesareti taklit edilemiyor.

 

 

İstencin intiharı & neden yazarız?

 

 

Konuşmak ve susmak arasındaki münasebet, yazmak ve okumak ilişkisine de münasip düşüyor. Boş konuşmak gibi yersiz düşüyor bazen yazmak ve bilge bir susuşa benziyor okumak. Okumanın pasif, yazmanın aktif bir hâl sanılması büyük bir yanılgı. İyi okumayı vasat yazmaya yeğleyen bir eşik vardır; orası yazmak, var olmak, yazarak var olmak hevesine galip gelir. İyi kitaplar okumak, yazmak hevesini kırıyor. İyi ve eski bir kitap; vasat olan yenisini, fikriyle, üslûbuyla yıkıp geçebiliyor. Gerçekten iyi bir metin tahrik etmeli zihni, ayartmalı ruhu, titretmeli kalbi. Yapamıyorsa neden var olsun ki? Neden yazılsın ki?

 

 

Moby Dick’ten de tanıdığımız Herman Melville’in kitabı Kâtip Bartleby; “yapmamayı tercih eden”, eylememeyi eylemi edinen kahramanından alır adını. Bartleby’in pasif direnişi, altında çalıştığı “efendisine” tabi olmayacak kadar minnet etmeyişi de beraberinde getirir. Bu yüzden kitaptaki Bartleby’in işvereni olan anlatıcı ses, bu pasif direniş karşısında iktidarını sorgular ve çok defa mağlup olur. Fakat Kâtip Bartleby’in hayır deme cüreti bir zafer meydana getirmez. Kahramanımızın “solgunca, derli toplu, acınacak ölçüde saygıdeğer, iflah olmaz derecede hüzünlü” mizacına benzer yaşamı da. Eylememeyi eylem edinen Bartleby’in varlığı da yokluk görünümünde olur. Ölümünden sonra hakkında ulaşılan tek cümlelik biyografisi dahi şaibelidir: “Bir zamanlar Washington’da Ölü Mektupları Dairesinde çalışan yardımcı bir kâtip.” Otuzlu yaşlarında yazmayı bırakan Melville, kalan ömrünü New York’ta büro işleri yaparak geçirir. Belki de Kâtip Bartleby ondan başkası değildir.


Vazgeçişin şiirini yazanlar
Yirmili yaşlarda ilk romanını yazdığında keşfedilmeyen, yarım asır sonra ancak fark edilen, tanındığı için sonsuza dek unutulmak isteyen Henry Roth; sanatın aptallık olduğunu iddia eden, ardından yaşamın da öyle olduğunu düşünmüş olacak ki intihar etmiş Jacques Vache; artık kitap yazılamayacağına inanan, tüm kitapların ciltlere dönüşene değin şişirilen dipnotlardan başka bir şey olmadığını savunan Bobi Bazlen; 1956’da Nobel Edebiyat ödülünü almasına rağmen en iyi yapıtını, yapıtlarından pişman olması olarak tanımlayan Juan Ramon Jimenez; artık yazmak istemeyen, son isteği yazılarının yakılması olan ve onu tanıyışımızı dostunun (Max Brod) sözünde durmayışına borçlu olduğumuz Franz Kafka; otuzuna varmadan yazmayı bırakan, eserlerini beğenmeyip kendini yazmaya değil, yaşamaya adayıp dünyayı keşfeden Arthur Rimbaud; diğer kitaplardan, felsefe kitaplarından bambaşka bir kitap yazmaya tutkusu olan, tutkusu yaşamına sığmayan Ludwig Wittgenstein ve Goethe’nin şiirlerinin “Züleyha” sesi Marianne Jung.
Vazgeçişleri sınanma kaygısı, mağlubiyet korkusuna yoracak belki bazıları. Bu listenin gerçek halini asla bilemeyecek, sonunu ise asla kestiremeyeceğiz. Ve muhteşem bir tezatla, yok olmak istedikçe onlar, onları daha çok var edeceğiz. Dünya, tarihe adını “en iyi” olarak geçirenlerin gerçekten en iyi olanlar olduğunu asla ispat edemeyecek. İddia edecek sadece. Sıfatların gerçek sahiplerini asla bilemeyeceğiz. Fakat sıfatların gerçek sahiplerinin duyduğumuz isimler olmadığı bilgisini, onlar sayesinde bileceğiz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.