Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Bjørnson'un Nobel konuşması: "Yazar, tarafsız olamaz"




Toplam oy: 925

İsveçli kimyacı Alfred Nobel anısına 10 Aralık 1901'den beri ödül dağıtan İsveç Akademisi, Leo Tolstoy, James Joyce, Virginia Woolf, Mark Twain, Joseph Conrad, Anton Chekhov, Marcel Proust, Henry James, Henrik Ibsen, Emile Zola, Robert Frost, W.H. Auden, F. Scott Fitzgerald, Jorge Luis Borges ve Vladimir Nabokov'u atladığı için eleştirildi. Fakat Akademi, ödülü en az bu isimler kadar hak eden William Faulkner, Ernest Hemingway, John Steinbeck, V.S. Naipaul, Doris Lessing gibi birçok edebiyatçıyı ödüllendirdi.

 

Ödüle layık görülen edebiyatçılar da yazarın sorumluluklarına ilişkin konuştular. Peki, neler söylediler?

 

Bu soruya cevap olsun diye her hafta bir edebiyatçının, ödül töreni sırasında yaptığı konuşmayı yayınlamaya devam ediyoruz.

 

İşte, Bjørnstjerne Bjørnson'un ödül aldığı 1903 yılında yaptığı banket konuşması:

 

Edebiyatın rolü nedir?

 

 

Bugün almakta olduğum bu ödülün halkım tarafından bir ulusun diğerine hediyesi olarak algılanacağını düşünüyorum. Norveç'e Birlik içinde denklik verilmesi konusunda benim de destek verdiğim uzun mücadele, kimi zaman İsveç'i gücendirdi. Dolayısıyla bu ödülün bana verilmesine ilişkin karar, Norveç'in de hanesine yazılmalıdır.

 

Edebiyatın rolü üzerindeki görüşlerimi kısaca da olsa ifade edebileceğim bu fırsat ayağıma geldiği için çok memnunum.

 

Konuşmamı kısa tutabilmem için gençliğimden beri ne zaman insanın gelişimi üzerine düşünsem, aklımda oluşan resmi paylaşmama izin verin. Ben bu gelişimi, erkek ve kadının sapasağlam yan yana durduğu sonsuz bir süreç olarak görüyorum. Bu yolda takip ettikleri çizgi her zaman düz değilse bile yine de onları ileri götürüyor. Çünkü erkek ve kadın, karşı konulamaz bir güç tarafından destekleniyor. Ve bu güç, başlangıçta içgüdüseldi fakat zamanla daha bilinçli hale geldi. Ama bu demek değildir ki insan gelişimi sadece bilinçli bir çabanın ürünüdür. Kimse onu bu noktaya indirgeyemez. Hayalgücü bilinç ve bilinçaltının arasında kalan tarafsız bölgede ortaya çıkar. Bazılarımızın önsezileri o kadar gelişmiştir ki onlar bu sayede ileriyi görüp insanlığın yürüyeceği yeni yollar açarlar.

 

Hiçbir şey vicdanımızı neyin iyi, neyi kötü olduğunu bildiğimiz zamanki kadar güçlü şekillendiremez. Bu yüzden neyin iyi, neyin kötü olduğunu hissetmek vicdanın parçasıdır ve bugüne kadar kimse bu hissi görmezden gelip, içini rahatlatamamıştır. Biz yazarların, iyi ve kötüye ilişkin hislerimizi bir kenara koyduktan sonra elimize kalem almamız gerektiğine dair fikir beni şaşırtmıştır. Bunun sonucu zihnimizin iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıramayan bir kameraya dönüşmesi olurdu!

 

Modern insanın, - akıl sağlığının yerinde olduğunu varsayıyoruz - insanlığa bugüne kadar rehberlik etmiş, milyonlarca yıllık bir geçmişten ona miras kalan bu vicdanı başından ne ölçüde savabileceğine girmek istemiyorum. Ama, yazarlara ilişkin bu teoriyi benimseyenlerin neden bazı görüntüleri diğerlerine tercih ettiklerini sorabilirim. Seçimleri tamamen mekanik mi? Onların hayalgücünden doğan görüntüler neden bu kadar şaşırtıcı? O görüntüleri diğerlerine tercih eden bizzat kendileri değil mi?

 

Cevap için beklemeye gerek yok bence. Yüzyıllardır sonraki kuşaklara miras kalan ahlakın onlara da ulaştığını reddedemezler. Onlarla aramızdaki tek fark biz bu fikirlere hizmet etmeye çalışırken onların başkaldırmasıdır. Ama şunu eklemeliyim ki hepsi göründüğü kadar ahlaksız değil aslında. Bugünün rehber fikirlerinden birçoğu geçmişin devrimci fikirleriydi. Söylemeye çalıştığım şu, taraf tutmayı ve eserlerini bir amacın hizmetine sunmayı reddeden yazarlar, yazdıkları her kelimede bunun aksini gösterirler. Tarihten birçok örnekte görebildiğimiz üzere bir yazar ruhsal özgürlüğü ne kadar yüksek sesle ifade ederse, yaptığı iş de o kadar taraflı olur. Yunanistan'ın büyük şairleri ölümlüler ve ölümsüzlerle bir arada yetiştiler. Shakespeare'in oyunları bazen parlak güneşin doğduğu, bazen de şiddetli fırtınaların koptuğu büyük bir Germen cenneti gibidir. Shakespeare için dünya bir savaş alanıdır ve edebi adalet duygusu, hayata duyduğu güven ve içindeki sonsuz kaynaklar ona bu savaşta yol gösterir.

 

Molière ve Holberg'in karakterlerini istediğimiz kadar mezarlarından kaldırabiliriz. Ama göreceğimiz şey fırfırlı kostümleri ve kanatlarıyla abartılı jestler yapan, görevlerini tamamlamış karakterler olacaktır. Lafazan oldukları kadar taraflılardır.

 

Taraf tutmak sanatı yok da edebilir

 

 

Demin Germen cennetinden söz ettim. Goethe ve Schiller, ona Yunan mitolojisindeki cennetten bir şeyler katmadılar mı? Gökyüzü onlarla daha hafif ve sıcaktı, hayat ve sanat da daha mutlu ve güzeldi. Bu sıcaklığa, bu günışığına sığınan herkes - genç Tegnér, genç Oehlenschläger ve genç Wergeland ile Byron ve Shelley'i unutmadan- Yunan tanrılarından izler taşımaktaydılar.

 

O zamanlar da, bu trend de geride kaldı fakat yine de o günleri yaşatan iki büyük adamdan bahsetmek istiyorum. İlk olarak şu anda Norveç'te hasta bulunan eski bir arkadaşım aklıma geliyor. Norveç sahilleri boyunca denizcileri karşılaşabilecekleri tehlikelere karşı uyarmak için birçok yardım ateşi yakmıştır o. Ayrıca doğudaki komşu bir ülkede bir başka yaşlı adam yaşar. Işığı uzaklara yansımış, birçoklarına mutluluk vermiştir. Onların ruhlarını da, bunca yıllık çalışmalarını da tutuşturan aynı amaçtı ve şimdi bu alev, akşam melteminde dans eden bir kıvılcım gibi, hiç olmadığı kadar parlak ışımakta.

 

Sanatta taraf tutmanın sanat üzerindeki etkisine dair ise hiçbir şey söylemedim. Taraf tutmak sanatı var edebileceği gibi yok da edebilir. "Ich rieche die Absicht und werde verstimmt." (Niyetin de, uyumun da kokusunu alırım.)

 

Eğer yazarın bakış açısı sanatla desteklenmişse her şey iyi gider. Bahsettiğim iki büyük yazardan ilkinin uyarıları o kadar ciddidir ki bazen insanı korkutur. İkincisi ise bizi insanı aşan ideallerle büyüler ki bu da korkutucudur. Ama cesaretimiz bizi güçlendirmek içindir, zayıflatmak için değil. Korku bizi yolumuzdan döndürmemeli. Süreç devam etmeli. En korkunç felaketlerden ve en trajik olaylardan sonra bile hayatın aslında iyi olduğuna ve dünyanın sonsuz bir kaynaktan akan güç seliyle yıkandığına inanmamız lazım. Bunlara inancımız, onların kanıtıdır.

 

Son zamanlarda, Victor Hugo kahramanım oldu. Parlak hayalgücünün arkasında hayatın iyi olduğuna ve rengini bu iyilikten aldığına dair bir inanç yatıyor. Bazıları onun hatalarından ve teatral üslubundan dem vuruyor. Bırakınız konuşsunlar. Bana göre onun bütün eksiklerini, yaşama sevinci telafi ediyor. Kendimizi koruma içgüdümüz de şu nokta üzerinde duruyor: Eğer hayat bize iyiden çok kötüyü sunsaydı çok uzun zaman önce yaşam sona ererdi. Bunu yansıtmayan her tablo, tahrip görmüş bir tablodur. Üstelik bazıları gibi, hayatın karanlık yüzünün bizim için kötü olduğunu düşünmek de yanlıştır. Hiç doğru değildir.

 

Zayıflar ve egoistler acı gerçeklerle yaşayamayabilir ama geri kalanlar bunu başarırlar. Eğer bizi korkudan titretetmeye veya yüzümüzü kızartmaya yeltenenler, hayatın bize sunacak mutlu günleri bulunduğuna da söz verebilselerdi kendimize, "Tamam, bu senaryoda, bu kelimelerde hayatın parçası olan gizemle karşı karşıyayız, yazarın isteği uyarınca şimdi korkacak ya da keyifleneceğiz" diyebilirdik. Sorun şu ki yazarlar bir duygunun ötesine geçmeyi nadiren becerebiliyorlar, hatta genelde bu duyguyu bile yansıtamıyorlar. Böyle zamanlarda yazarın hayata bakışı çok negatif olduğu ve bizi yönlendirmeyi başaramadığı için derin bir memnuniyetsizlik duyuyoruz. Yetersizlik her zaman can sıkıcıdır.

 

Omuza alınan yük artacaksa, onu taşıyacak adam da o ölçüde güçlü olmalıdır. Hiçbir söz söylenemez değildir, hiçbir eylem, hiçbir dehşet tarif edilemez değildir. Eğer kişi yeterince donanımlıysa...

 

Anlamlı bir hayat... Sanatın çiğ damlalarında da, büyük fırtınalarında da onu arıyoruz. Bulduğumuzda sakinleşip bulamadığımızda rahatsız oluyoruz.

 

Doğruya ve yanlışa ilişkin eski fikirler bilincimize o kadar kazınmış ki hayatımızın her alanında rol almaktalar. Bilgi arayışımızın da, hayata susamışlığımızın da parçası onlar. Sanatın görevi bu fikirleri yaymaktır. O yüzden milyonlarca baskı bile asla çok değildir.

 

Saygılı bir hizmetkar ve meraklı bir insan olarak savunmaya çalıştığım ideal budur. Ben sanatçının, yazarın sorumluluktan kaçabileceğini düşünenlerden değilim. Tam tersine, onun sorumluluğu diğerlerininkinden çok daha büyüktür çünkü diğerlerinin takip edeceği yolda başı çeken odur.

 

İsveç Akademisi'ne bu yolda gösterdiğim çabaları takdir ettiği için minnettarım. Şimdi kadehimi edebiyatta iyi ve soylu olan şeyleri ödüllendirmekte gösterdikleri başarıya kaldırmak istiyorum.

 

 


 

 

* Çeviren: Nilhan Kalkan

 

* Diğer Nobel konuşmaları için tıklayınız.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.