Aslına bakarsanız, irili ufaklı internet yasaklarına tam alışmaya, bunların etrafından dolaşmanın yollarını tanımaya başlıyorduk ki; internet söz konusu olduğunda ancak traji-komik bir hal alabilen sansür çabası, “hassas” bir noktaya değdi: Blogspot’a...
Bir sabah binlerce kişinin uçsuz bucaksız internet dünyasında kendilerini var etmelerine olanak tanıyan Google’ın blog sitesine erişemediğimizde, alışma halinin arkasına gizlenmiş huzursuzluk gün yüzüne çıktı. Malının çalındığı iddiası ile ‘mülkün temeli adalet’e başvurarak kapatmaya yol açan Digitürk’ün ‘mağdur dilli’ açıklamaları, adaletin sağladığı temeli insanların vicdanında bulamadı ve öfkeyi dindirmedi. Öyle ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kamuoyuna “Blogların kapatılmasıyla ilgili de çok mesaj alıyorum. Anladığım kadarıyla bu alandaki hukuk gözden geçirilmeli...” ‘tweet’ini iletti. (Ne de olsa aynı gün, Twitter’daki 220 bin takipçisine Mısır’da gençlerin sosyal medyayı kullanmasından nasıl etkilendiği anlatarak “İletişim teknolojilerinin eriştiği bu güç karşısında hiçbir kapalı rejimin uzun vadede ayakta kalması mümkün değil.” kanaatini paylaşmıştı). Ülkenin en üst makamından gelen bu açıklamanın etkisi oldu mu bilinmez; ama geçen sene sokağa dökülen ve meclise çıkan internet sansürüne karşı tepkinin yeniden alevlenmesi, AİHM’de Türkiye aleyhindeki davalar arasına internette sansürün de katılması gibi gelişmelerin ardından, Blogspot sitesine erişim yasağının kaldırıldığı açıklandı.
Bu derece etkili bir tepkinin ortaya çıkması kuşkusuz kullanıcı sayısının yüksekliğiyle ilgili değil; nitekim, Youtube gibi trafiği epey yüksek bir site dahi, bu derece sert bir tepki almamıştı. Peki Blogspot yasağında, bu kadar tepki yaratan fark ne?
İŞİN SIRRI “KİŞİSELLİK”TE
Bugüne kadar erişime engellenen sitelerden farklı olarak, Blogspot’un kapatılmasıyla aslında binlerce sitenin bir anda kapatılıyor olması önemli bir etken. Ne ki, işin belki de daha önemli, daha özlü kısmı ise erişime engellenen bu binlerce sitenin içeriğinde yatıyor. “Blog”, profesyonel olarak yazar-çizer olmayan insanların yazıp çizmelerine, yaratılarını sunmalarına olanak veren bir mevhum. Pekâlâ taraftar toplulukları olsun (yasak esnasında, futbol tribünlerinde Digitürk’ün protesto edilmesi manidardı) politik ya da mesleki topluluklar olsun her çeşit topluluğa seslerini duyuracakları kalıcı bir mekân edinmelerine olanak verdiği gibi, kişisel olanın da toplumsallaştırılabildiği bir alan.
Her meslekten olduğu gibi yazarlıktan ekmek yiyen pek çok profesyonel de blog sitelerini amatörce yani bir anlamda ekonomik ve sosyal bir kaygı gütmeden kullanma ihtiyacı hissediyor. Yazarlığı meslek olarak seçsin ya da seçmesin; insanlar verili bir takım kurallara, mecburi bir takım çıkar hesaplarına riayet etmek zorunda olmadan kendilerini ifade kanalı buluyor; kendilerine özgü haber kanallarını, yayınlarını, dergilerini oluşturuyorlar “blog”lar aracılığıyla. (Gerçekten ne derece böyle kullanıldığı, toplumsal ilişkilere sinen bu kural ve hesapların işin içinden tamamen çıkıp çıkmadığı, bu alanın ne kadar ‘sınırsız’ olduğu ayrı bir konu elbette...)
İşin sırrı da bu ‘kişisel’llikte. Bloglar, internetin çağımızda oynadığı rolün de altını çizerek, kişisel olanın toplumsallaştırılmasında bir araç olurken; siyasal, edebi, felsefi… olanı da kişiselleştiriyor. İşte bu yüzden Blogspot yasağının kalkmadığı her gün, bloglarına erişemeyen kullanıcılar, sanal dünyada değil, bu dünyada varoluşlarının sınırlandığını hissettiler. ‘Bloguma dokunma’ sloganı bu histeki insaniliği, kişiselliği yansıtmıyor mu sizce de?
Her ne gerekçeyle olursa olsun, bu varoluşun sınırlanmasının yarattığı tepki, Digitürk’ün ‘hukuki’ ve ‘ticari’ sözcükleriyle bezeli ‘mantıklı’ açıklamalarının herhangi bir empati yaratamaması ve nihayetinde erişim yasağının kaldırılmak zorunda kalınması uzun uzadıya incelemeye değer. (Blog ve ‘blogger’lık da öyle. Nitekim Türkiye’ye has bir tesadüfle, yasakla hemen hemen aynı anda konuya ilişkin Doç. Dr. Aslı Tunç’un gazeteci-yazar Zeynep Atikkan’ın hazırladığı ‘Blogdan Al Haberi’ isimli kitap YKY Yayınları’ndan çıktı.) Ancak konu ne yazık ki bu boyutuyla sınırlı değil. Bunun dışında da tartışılması gereken önemli noktalar da var.
“DEVLET BABA” YALNIZ DEĞİL
Birincisi, Türkiye’de sansürün ulaştığı boyut ve hukuki dayanakları. Belki Blogspot yasağı kadar derinden hissetmedik ama; “erişimimize kapalı” yani “varlık alanımızın dışında” tutulan 5000’inin üzerinde site var hâlâ. Toptancı, tepeden inme bir şekilde yapılandırılan ilgili 5651 sayılı kanunun yanı sıra, hukuk sürecinin de “traji-komik” olduğunun iyi bir örneği; İstanbul Barosu Bilişim ve Bilişim Hukuk Merkezi'nin Başkanı Mete Tevetoğlu’nun aktardığı anektodda saklı: “Youtube'un erişime engelleme kararını veren hakimlerden biri karar sürecini şöyle anlatmıştı: 'Mevzudan anlamam, web nedir, hosting nedir bilmem. Getirdiler videoyu izledik, tamam dedik. Akşam eve gittim, oğlum ‘Baba o kararı sen mi verdin' dedi."
Diğeri ise, işin toplumsal boyutu; “Devlet baba” bu sansürcülük işinde yalnız değil. Yasaklı sitelerin sayısı kadar çarpıcı olan bir başka rakam ise 24.000: Bu, Telekomünikasyon Kurumu İletişim Daire Başkanlığı’nın açtığı ihbar sitesine, bir sene içinde yapılan ihbar sayısı. Sansürün tek başına devletin işi olmadığının önemli bir göstergesi 24.000 rakamı. Devlet’in ‘kamuoyu’ adıyla içselleştirilmesinin, insanın varlığını belli sınırlara nasıl hapsettiğinin acı bir örneği.
Hatırlarsınız, Youtube sansürü de ‘Atatürk’e hakaret’ gerekçesiyle, bu anlamda meşru bir zemin sağlamıştı. Bu bağlamda bu yazıyı, Sabit Fikir’in geçen ay yayımladığı “Ticari seçim mi, sansür mü?” başlıklı dosya çalışmasıyla birlikte; Kabalcı Kitabevi’nin küçük bir grup tarafından Metis Ajanda’nın satışının durdurması için basıldığı gerçeğiyle birlikte (ironik bir biçimde ‘Atatürk’e hakaret’ten kapalı Youtube’a koydukları video ile sergilemişlerdi yaptıklarını) düşünmek gerekli. Her ne kadar o grubu devletten bağımsız düşünmek pek mümkün değilse de, yasadan da önce tartışılması gereken belki de, sansürcülüğün bu toplumsal zemini.
İNTERNET, ‘YAKIN TEHDİT’
“Sansür”ü siyasi ve ahlaki bir olgu olarak görmeye, algılamaya alışkınız. Çözümü de ister istemez, siyasi alanda arama eğilimindeyiz. Bu kısmen haklı bir eğilim. Ne de olsa, bizzat Cumhurbaşkanı’nın dile getirdiği gibi, internet en çok ‘kapalı’ ya da daha doğru bir ifadeyle ‘totaliter’ devletlerde tehdit olarak algılanıyor.
Türkiye bu konuda, pek çok konuda olduğu gibi, “tabularıyla var olan” ‘elit’ bir ülkeler listesinin içinde. Ancak Digitürk olayının geniş bir ölçekte gösterdiği gibi; insanların ve üretilerinin kablolar aracılığıyla birbirine bağlanmasını, dünyanın tek parça haline gelmesini, sınırların kalkmasını bir tehdit olarak gören ve bu gelişme karşısında ‘uzun vadede ayakta kalması mümkün olmayan’ yalnızca bu “kapalı rejim”ler değil. Bu durumdan, ‘açık toplum’ ve ‘serbest’ piyasa’ da, sınır ötesi harekât düzenleyecek kadar rahatsız. Hatırlayalım, İsveç yasalarınca suç işlemeyen İsveç’teki Piratebay büroları, ABD’nin zorlamasıyla polis tarafından basılmıştı. Ya da, meşhur Wikileaks belgelerinden öğrendiğimiz kadarıyla, ABD’li büyükelçiler ‘stratejik çıkarlarını korumak’ için bulundukları ülkelerde daha sıkı ‘IP’ (fikri mülkiyet) yasalarının çıkmasını zorlamaya çağrılıyordu. Batılı ülkelerde de, doğrudan devlet eliyle olmasa bile ‘sivil toplum’ kuruluşları aracılığıyla sıkı bir internet denetimi gerçekleştiriliyor ve bu konuda kişisel mahremiyet sınırı tanımıyor.
Bu bağlamda daha uzun vadede sık sık karşılaşacağımız bir tartışma Digitürk meselesinde karşımıza çıkıyor: Fikri mülkiyet hakları, telif hakları ve internet ilişkisi.Türkiye’de (Belki de henüz oralara gelemediğimizden) işin bu kısmı pek tartışılmadı. Ancak Batı’da, artık siyasal alana da taşan, önemli bir konu bu. E-kitap gibi, internetin sunduğu olanakların yol açtığı her yeni uygulama, ilk elde ‘piyasa’da yer tutmuş eski yapılanmaları sıkıntıya sokuyor. Daha geniş plandaysa mülkiyet haklarını tartışmaya açıyor.
ADALET MÜLKÜN, MÜLKİYET TEKELİN TEMELİ
İlk fikri mülkiyet yasası 18. yüzyılda İngiltere’de çıkarıldı; ancak pek çok akademisyen bugün hâlâ telif haklarını tartışmaya açıyor. Bu akademisyenler konu üzerine çabalarını pek çok güncel veriyi ve tartışmayı bulabileceğiniz againstmonopoly.org (Türkçesi ‘tekele karşı’) adlı bir sitede bir araya getirmişler. Telif haklarının genişletilme biçiminin baştaki amacından saparak, yaratıcılığı teşvik etmekten çok öldürmeye yaradığını; ekonomide ise ‘gelişme dinamiği’ olarak görülen rekabetin yerine gelişmenin engeline dönüşen tekele yol açtığını savunuyor ve müzik piyasasından ilaç patentlerine, edebiyattan sinemaya hem mevcut fikri mülkiyet yasalarının sınırlandırıcılığına örnekler veriyor, hem de patent ve telife dayanmadan yaratıcılığın ve yaratıcıların kaybetmediği aksine kazanabildiği örnekleri sergiliyorlar -gerek özgür yazılım gibi mevcut tekelci piyasa sınırlarının çiğnenmesi gibi güncel, gerekse bu yasaların öncesinde yazarların durumu gibi geçmiş örneklerle…
Bu akademisyenler konu üzerine çabalarını pek çok güncel veriyi ve tartışmayı bulabileceğiniz againstmonopoly.org (Türkçesi ‘tekele karşı’) adlı bir sitede bir araya getirmişler. Sitenin öncülerinden Michele Boldrin ve David K. Levine, ilaç satın alamadığı için ölen hastalarla ve ‘korsan’lık suçuyla mahkemeye çıkarılan ergen çocuklarla dolu dünyada, mevcut halleriyle ‘patent ve fikri mülkiyet hakları’ mitinin bırakın iddia edildiği gibi yaratı ve yaratıcıyı korumayı, rekabetçi serbest bir piyasayı bile baskıladığını öne sürüyor. Birlikte hazırladıkları ve Mayıs ayında Sel Yayıncılık tarafından ülkemizde de yayınlanacak ‘Against Intellectual Monopoly’ (Entelektüel Tekele Karşı) kitabı Batı’da geniş bir okur kitlesine ulaştı ve büyük yankı buldu.
Konuyla ilgili dikkat çeken girişimler yalnızca akademisyenlerden ya da özgür yazılımı savunan ve geliştiren bilişimcilerden gelmiyor. Bu konudaki esas ilgiyi kuşkusuz hem ABD’nin hem de Microsoft gibi şirketlerin geniş ölçekli bir savaş açtığı Korsan Partisi gördü. 2006’da İsveç’te kurulan, 2009 yılında katıldığı ikinci ikinci seçimlerde yüzde 7 oy alan ve Avrupa Parlementosu’na girmeyi de başaran partiyi, diğer ülkelerde kurulan partiler takip etti. Türkiye’de de böyle bir parti girişimi, kendi deyimleriyle Korsan Partisi’nin ‘korsanı’ çıktı.
Korsan Hareketi yalnızca bir futbol maçını, bir şarkıyı ya da bir kitabı piyasaya süren yapıların oynadıkları rolü ve mevcut piyasa kurallarını tartışmaya açmıyor. BBC’ye verdiği röportajda Korsan Partisi kurucusu Rickard Falkvinge “Sorun müzik dosyası paylaşımı değil, sorun bunu mazeret gösterip herkesin denetlendiği bir toplum yaratma isteği.” diyordu. Son olayda bunun bir örneğini de görmüş olduk. Digitürk kapatılma kararını savunurken, şikayet ettiği içeriği bir-iki gün içinde Google tarafından kaldırılmasını yeterli bulmadığını, Google’dan admin (yönetici) yetkisi istediklerini ama Google’ın vermeyi reddettiği dile getiriyordu. Admin yetkisi sayesinde Digitürk tüm blog içeriklerini kontrol edebilecek ve müdahale edebilecekti!
KORSAN PARTİ 3.2
Bir torrent sağlayıcı yani kişilerin bilgisayardaki dosyalarını paylaşmalarını sağlayan Piratebay (Korsan Limanı) sitesi 2006 yılında basıldı. Microsoft gibi şirketler ve ABD’nin zorlamasıyla gerçekleştiği bilinen operasyonun ardından açılan dava 3 yıl sürdü. 3 yıl sonunda sitenin kurucularının hakkındaki ‘korsanlık’ suçlaması düştü ama korsanlığa olanak vermekten birer yol hapis ve toplam 30 milyon İsveç kronu ceza aldılar. Ancak daha ilginç gelişme bir anlamada operasyonun vesile olduğu Korsan Parti cephesinde gerçekleşti.
Parti kurulduğu sene gerçekleşen seçimlerde yüzde 0,63 oy aldı. 2009 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ise pek çok partiyi geride bırakarak yüzde 7,13 oy alarak İsveç’in 20 sandalyesinden 2’sini işgal etti. Üyelik sayılarına geldiğinde ise daha ilginç bir tablo var. 2009 yılı itibariyle Hristiyan Demokratlar, Liberal Parti ve Merkez Parti’sinden fazla üyeye sahip olan Korsan Parti’nin gençlik örgütü Ung Pirat (Genç Korsan) bugün ülkenin en büyük gençlik örgütü.
Konu yalnızca İsveç’i ilgilendirmediği ve mevcut partiler yeni bir toplumsal olgu olan internet konusunda pek de ezber bozamadığı için olacak ki diğer ülkelerde Korsan Parti örneği hızla yankı buldu. Bugün Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Kanada, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, İspanya, İsviçre ve Britanya’da da resmi partiler var. İsviçre, Almanya ve Çek Cumhuriyeti’nde belediye meclislerine girdiler bile. Arjantin, Avustralya, Bosna, Brezilya, Şili, Kıbrıs, Hırvatistan, Estonya, Yunanistan, İrlanda, Kazakistan, Litvanya, Meksika, Nepal, Yeni Zelanda, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya, Sırbistan, Slovakya, Slovenya, Tunus, ABD, Uruguay, Ukranya, Çin, Kolombiya, Macaristan, Norveç, Peru, Güney Kore, Venezüella ve Türkiye’de ise girişimler sürüyor. Bu partilerinden bir kısmının dahil olduğu Korsan Partiler Enternasyonali ise 2010 yılında kuruldu.
‘Orijinal’ Korsan Parti ilkelerini gelişmelere göre güncelliyor. Son güncellenmenin ardından yayınladıkları ‘Korsan Parti İlkeleri Bildirgesi 3.2’ şöyle:
Genel: Bilgi toplumunun ortaya çıkışının önünü açan uluslararası kanuni düzenlemeleri teşvik
Telif Hakları: Telif konusu eserlerin yalnızca ticari kullanımlarıyla ilgili oldukları için mevcut telif hakları yasaları sağlıksızdır.
Patent: Özel tekeller insanlığın en büyük düşmanlarından biridir. Geçerliliklerini korumak için tedrici biçimde, aşama aşama geliştirdirdikleri patentler vasıtasıyla ellerinde tuttukları güç sınırlanmalıdır. Özellikle ilaç patentlerinin yol açtığı durum göz önüne alınarak araştırma ve geliştirme için devlet desteği sunulmalıdır.
Bireysel mahremiyet: Mahremiyet haklarının sınırlandırılması ile ilgili her düzenleme sorgulanmalıdır. Baskı aracı olmaktan başka bir işe yaramayan anti-terör yasaları geçersiz kılınmalıdır.
Yeni yorum gönder