Avrupalı denizciler okyanusa açılarak –tesadüf eseri ilk adımda– keşfettikleri uzak diyarların tarihini silah zoruyla hiçe sayıp kendi kültürlerini dayatırken, anakıtaları muazzam iktidar savaşlarına, din çatışmalarına, mezhep kavgalarına sahne olmaktaydı. İber yarımadasında hâkimiyetini kuran Kral Fernando ve Kraliçe Isabel, Columbus’u batının karanlık sularına gönderirken, krallıklarındaki Müslümanları askeri, Yahudileri dini (engizisyon) yöntemlerle sürmüş, öldürmüş ya da Hıristiyanlaştırmıştı. Denizcilerin talih ve başarıları, teknolojiyi ve maddi kültürü geliştirmiş, hırsları birbirlerinden ayrılmış kavimleri zorla birleştirmişti. O dönem eski topraklarda sıkışan halklardan deniz kıyısında yaşayanların (Britanyalılar, Hollandalılar, İspanyollar, Portekizliler vd) önce hayallerini süsleyen kaçış planları, zamanla kimileri için trajik tesadüflere kimileri içinse talihli fırsatlara dönüşmüştü... Dünya tarihinin keşifler ve koloniler dönemini daha fazla özetlemeye gerek yoktur herhalde.
Bugün kendi çağımızda çok benzer bir tablonun içinde bulunduğumuzu her gün yeni baştan fark ediyoruz belki de. En ufak bir boşluğu bile mülkiyete çeviren, maddeyi sömüren, az sayıda kalan ferah yerleşim alanlarını ötelerdeki müthiş askeri yığınaklar ve savunma sistemleriyle tesis edebilen, geri kalan bölgelerde üst üste yığılmış insanların mütemadiyen birbirleriyle dalaşıp her boyutta eziyetlerle yaşamını sürdürdüğü bir tür Bruegel tablosuna benziyor dünyamız. Birlikte yaşamayı beceremediğimiz sayısız durumda keder, ıstırap, öfke, kin ve nefret saçan çatışmalara kalkışıyor ve kendi yaşantımızı ya da çevremizi cehenneme çevirmekten çekinmiyoruz. İşte bu kaos enformasyon cihazlarımızdan dimağımıza yayılırken, zamane denizcileri olan uzay insanlarının ve uzay kuruluşlarının Columbusgilleri andıran seyahatlerinden (gerçi şimdi yapay zekalı robotlarımız, gelişmiş metallerimiz, dijital enformasyon ağımız var) keşif haberleri de geliyor: Mars’ta su bulunuyor, cüce gezegen Plüton’un vesikalık fotoğrafı çekiliyor, karanlık uzayla bildiğimiz mavi gökyüzünün arasındaki bariyer ileri uzay teknolojiyle aşılıp duruyor.
Özetle, insanlık olarak ne zaman eski dünyamızı yaşanmaz hale getirsek, kendimize yeni bir dünya aramaya başlıyoruz; üstelik bulduğumuz yeni dünyaları üç vakte kadar eskisine benzeteceğimizi de gayet iyi biliyoruz artık.
Fantezilerden bilimsel simülasyonlara Mars kurgularımız
Üst üste gelen uzay keşiflerine son yıllarda sinema endüstrisinin büyük prodüksiyonları da destek veriyor, promosyonunu yapıyor. Bilimkurgu literatürü yüzyılı aşkın bir süredir insanların uzayla ilgili hayallerine önce fantezi boyutunda, sonra da ciddi olasılıklar ve simülasyonlar biçiminde destek veriyordu zaten. Ekim ayının ilk günü The Guardian’da yayımlanan bir yazısıyla, zamanımızın en popüler “hayal yontucusu” George R. R. Martin, kendi deneyimlerinden ve perspektifinden süzdüğü kısa bir kronolojiyle Mars üzerindeki kurgusal hayallerimizin nereden nereye geldiğini anlattı. İnsan bilimlerinin mitolojiden sosyolojiye akışı gibi, Mars’la ilgili bilimkurgusal hayallerimizin de E. R. Burroughs, H. G. Wells, Percival Lowell, C. S. Lewis, Robert A. Heinlein, Ray Bradbury ve Roger Zelazny gibi ustaların eserlerinde pek çok farklı varyasyonla, Amerika’nın keşfini aynalar gibi evrildiğini işaret ediyor Martin. Ve “Mariner” (denizci) adlı uzay araçlarıyla 1960’lar boyunca Mars’a ve Venüs’e yapılan keşif gezilerimizin ardından, çok daha realist (ve ıssız) “Yeni bir Mars kurgusu”yla farklılaştığını belirtiyor yazısında. Ve bugün bizim izlediğimiz ve okuduğumuz yapıtlar, bu Yeni Mars kurgusuna göre oluşturuluyorlar: Issızlığın ortasındaki Robinson astronotların muazzam rasyonel ve bilimsel mücadeleleri şeklinde...
Ridley Scott’ın sinemaya uyarladığı Marslı romanında, bu muazzam hayatta kalma mücadelesini –pek çok yerinde simülasyon türünden bilgisayar oyununlarını hatırlatan hesaplamalarıyla– ekonomik, ekolojik, teknolojik ve fiziksel boyutlarıyla kavrıyoruz mesela. Uzay endüstrisinin insanları nasıl ve ne yapmak amacıyla buradan oraya götürebileceklerini kurgulayan yazar, belki de hiç olmadığı kadar realist bir yapıt ortaya koymuş oluyor bilimkurgu janrında. Koyu bilimkurgu meraklılarının bir tür mühendislik romanı olarak gördükleri bu yapıt ve benzerleri, çocuklukken bin türlü uçukluktaki uzay dizilerinin cazibesine kapılmış bugünün yetişkinlerinin gayet doğal karşıladıkları türden zamane kurguları aslında.
Issız bir Mars’ın insanlar tarafından nasıl koloni haline getirileceğine dair önemli bir kurgu da, son dönemin en değerli ustalarından Kim Stanley Robinson tarafından oluşturulmuştu. 1990’larda yazdığı –her biri Hugo, Nebula ve Locus gibi önemli bilimkurgu ödüllerini kazanan– Mars üçlemesiyle, insanlığın yeni bir dünya kurma çabasının bir simülasyonunu yapmıştı Robinson. Türkçeye bir tek ilk roman, Kızıl Mars, Sabri Gürses çevirisiyle Kabalcı’dan kazandırıldı; roman insanların ıssız Mars’ı kolonileştirirken, bu dünyadaki kavgalarını da beraberlerinde götürdüğüne işaret eden bir başlangıçla açılıyor. Mars’taki koloni yerleşim bölgesine yeni gelen Araplar, yerleşimci olarak kabul edilmeyecekleri belirtilerek provoke edilince bölge yöneticilerinden birine saldırıp onu siyaseten katlediyor. Ve Robinson, hem bu romanda hem de peşi sıra yazdığı “Yeşil Mars”, “Mavi Mars” ve bu anlatı evrenindeki öykülerinin derlemesi “Marslılar”da yepyeni bir dünya(lar) sistemi yaratırken –Kavafis’i hatırlatırcasına– işaret ediyor: “Yeni bir dünya bulamazsın, başka bir uzay bulamazsın./ Bu dünya arkandan gelecektir.”
* Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder