Gittikçe kalabalıklaşan, paylaşım mücadelesinin sertleştiği, -kimilerine göre postkolonyal, kimilerine göre ise küresel kapitalist dönemde- siyasi ve ekonomik anlaşmazlıklar nedeniyle yaşanmaz hale gelmiş bir dünyada hayatta kalmaya gayret ediyoruz. Bu türden bir çöküş ve kaos dönemi dünya için yeni sayılmaz elbette; farklı coğrafyalar ve kuşaklar bizim yaşadıklarımızı -hatta belki çok daha fazlasını- yaşadılar. Böylesi zamanlarda topraklarında kalıp mücadele edenler bir yana, nüfusun büyük bir kısmı da neredeyse kavimler göçünü andırır bir yoğunlukta dünyanın geri kalanına kaçıyor. Bu saçılım ekonomik sebeplerle gerçekleştiğinde göçmenlikle, siyasi sebeplerle gerçekleştiğinde mültecilikle adlandırılıyor. Dünya tarihi her kuşaktan savaş ve mültecilik anılarıyla dolu. Bu anılara rağmen, toplulukların çeşitli bahanelerle ırkçılık, ayrımcılık, particilik, mezhepçilik vs yapmalarının önüne bir türlü geçilemiyor. Dünyanın kazanı kaynıyor ve bütün insanlık bu buharlaşmadan kaçınılmaz olarak etkileniyor.
Geçen yaz boyunca Ortadoğu coğrafyasındaki savaşı dünyanın geri kalanına hatırlatan, Avrupa’ya geçmeye çalışan mültecilerdi. Konvansiyonel ve sosyal medya, mültecilerin -insan kaçakçıları tarafından riskli yollarla- gelişmiş ülkelere geçişi esnasında ortaya çıkan trajedilerde yoğunlaştı. Libya, Suriye, Afganistan gibi, Batı destekli grupların da iç savaşlarında yer aldığı coğrafyalardan bazen salt yaşayabilmek bazen de daha iyi yaşayabilmek için kaçan insanların trajedileriydi bunlar. Günümüzün hukuki ve idari düzeninde, başka ülkelere sığınmak için bile ulaşmakta zorlanıyorlar, sosyal ve ruhani olarak parçalanmanın ötesinde bu hicret için hayatlarını da riske atıyorlardı. Türkiye ise bir köprü gibiydi ve kaçınılmaz olarak coğrafyasına gelenleri kabul ediyor ama sorunlara çare olamıyordu. Mülteciler de bu coğrafyada durmadan insan hakları ve ekonomik imkanlar açısından (ayrımcılık nedeniyle bunlardan bazen faydalanamayacakları göz ardı edilmesin) daha rahat edecekleri Avrupa’ya yöneliyorlardı. Bu yaz mültecilerin -örneğin geçen yazdan- daha fazla odakta olmasının bir sebebi de, Avrupa Birliği’nin kendi içindeki tartışmalarla da paralel bir şekilde, insani ve mali yükün nasıl paylaşılacağına ilişkin programlar oluşturulmasıydı. Son on yılda kıtaya gelenler sadece kıyı devletlere yerleşiyordu; Kuzey Afrika’dan gelenler İtalya’da, Ortadoğu’dan gelenler ise Yunanistan’daydı.
Edebiyatın ve yazarın rolü
Bu noktaya kadar söz ettiklerimizi, muhtemelen bu yazıyı okuyan herkes kimi zaman dehşetle, kimi zaman samimi bir ilgiyle takip etmişlerdir. Peki, bu olup bitenlerin edebiyatla ne alakası var? Ya da son zamanlarda haksızca ortaya çıkan bir soru tipine göre, tüm bunlar olurken edebiyata (veya müziğe) ne gerek var?
Halbuki edebiyat, geçmişin mülteci/göçmen tecrübelerini günümüze taşıyarak insanları uyarmak, gerektiğinde akıl vermek açısından en önemli mecralardan biri. Mesela, Nobel Ödüllü merhum Günter Grass, ağustos sonunda yayımlanan yeni kitabı Vonne Endlichkait’ta, Avrupa’nın kendi çalkantılı yıllarında edindiği acı deneyimlerden süzdüğü gözlemleri, sanki bir uyarı niteliğinde sunuyor. Bugünün Avrupa’sının tarih boyunca mültecilere nasıl kucak açmak zorunda kaldığını, hatta dünyanın mültecileşmesinde Avrupa’nın başat rol oynadığını hatırlamayan Avrupalılar için bu tarz yapıtlar harekete geçirici oluyor. Hatta bazı dikkat çekici kampanyalarda yazarlar da sorumluluk alarak örnek oluyorlar: İzlanda’nın sadece 50 mülteciye sığınma hakkı verileceğiyle ilgili kararından sonra, genç bir yazar -Bryndis Bjorgvinsdottir- tek başına beş mültecinin İzlanda’ya naklini ve sığınmasını üstlenmiş, böylece başlayan kampanya sayesinde 300 bin kişilik ülkede 12 bin kişi benzer bir yardım vaat etmişti.
Destek vermek için elbette yazar olmaya gerek yok; zaten yazarın asıl sorumluluğu yazmak ve yazdıklarını okuyacaklara ulaştırmak, okurunu insanlığın her hali üzerine düşünmeye yöneltmek. Bu açıdan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği bürosu 2013 yılında bir farkındalık programı oluşturarak, göçmenlikle ilgili ya da göçmenler tarafından yazılmış kitapların kısa bir listesini sunmuştu. Aralarında Khaled Hosseini’nin Uçurtma Avcısı, Dave Eggers’in Ne Nedir, Philippe Claudel’in Bay Linh ve Torunu, Chris Cleave’in Küçük Arı ile Marjane Satrapi’nin Persepolis yapıtlarının da bulunduğu on yedi roman, on otobiyografi, sekiz inceleme, bir çizgi roman ve bir fotoğraf kitabından oluşan söz konusu listeye “world refugee day read a book“ anahtar kelimeleriyle internet sunucunuzdan ulaşabilirsiniz. Akla gelmemiş ya da daha sonra yayımlanmış başka pek çok yapıt da vardır elbette, başka başka okuma listelerine denk gelmek ya da kendi olduklarınızdan özgün bir liste yapmak da mümkün olabilir.
Bu tarz yapıtların duygudaşlık yaratmak, sokaklarda ya da ekranlarda karşılaştıkları bu insanların neler yaşadıklarını daha iyi anlamak ve belki de günün birinde kendilerinin de sökülüp giden bu insanlardan olabileceklerini idrak etmek açısından faydası olacaktır. Zaten bunca yıldır edebiyata dünyayı ve insanı daha iyi anlamak için sarılmıyor muyuz? Fakat okumanın da ötesine geçmeli, ya bir mültecinin hayatını değiştirip zahmetlerini azaltmalı ya da kök salmasına vesile olacak kampanyalara destek verilmeli. Ya da en kötü ihtimalle, yeni mülteciler yaratacak zıtlıkları, düşmanlıkları ve mücadeleleri sorgulayarak kendimizi dizginlemek yoluna mutlaka gidilmeli. Siyasi çatışmaların bizi sürüklediği ruh hallerinde, kimi eylemlerimizle hepimizin yeni mülteciler yarattığını, komşumuzu ya da kardeşimizi farklılıkları nedeniyle ya da kendi hırslarımız yüzünden hırpaladığımızda melun bir kavimler göçüne hepimizin biraz ivme kazandırdığını idrak etmek belki de en önemlisi...
* Görsel: Kaan Bağcı
Yeni yorum gönder