Charles Bukowski yazmanın nelere mal olduğuna dair şiirinde, "Eğer bir şeyler içinizden gelmiyor, kafanıza yatmıyor ya da mideniz almıyorsa," der ve ekler: "Yapmayın!" Ancak Bukowski'nin kendisi de uzun süre hayatının amacını arayanlar listesinde kalmış. O önlenemez "bir şeyler" yaratma güdüsünün kariyere dönüşmesi onlarca yılını almış.
Önceleri oldukça sıradan işlerde çalışmış pek çok ünlü yazar gibi Bukowski de tam zamanlı bir yazar olmadan önce uzun yıllar mavi yakalı bir işçiydi. Otuzlu yaşlarının ortasında Birleşik Devletler Posta İdaresi'nde dosya düzenleyicisi olarak çalışmaya başlamıştı. Sonraları hiçbir işin ya da hiçbir fiziki kısıtlamanın gerçek yaratıcılığa engel olamayacağını tutkuyla savundu ysa da çalışmak onu boğuyordu. Kırklı yaşlarının sonlarında posta ofisindeki işine devam ederken boş vakitlerinde Los Angeles'ta underground bir dergi olarak faaliyet gösteren Open City için köşe yazıları yazıyor ve yayın hayatı kısa süren bir başka edebiyat dergisinde bir şairle birlikte görev yapıyordu.
Black Sparrow Press'ten John Martin, ellinci yaş gününden bir yıl önce -1969'da- Bukowski'ye işinden istifa edip kendini tam anlamıyla yazarlığa vermesini söyleyip, karşılığında ayda 100 dolar ödeyeceğini belirtti. Polonya Kralı'nın büyük gökbilimci Johannes Hevelius'a bundan tam beş yüz sene önce yaptığı teklifin başka bir versiyonuydu bu. Bukowski memnuniyetle karşıladığı bu teklifi kabul etti. Bu olayın üzerinde daha iki yıl bile geçmemişti ki Black Sparrow Press, yazarın ilk romanını, Postane'yi bastı.
Postane'nin yayımlanmasından on yedi yıl sonra -Ağustos 1986'da-, Bukowski ilk patronuna minnettarlığını anlatan gecikmiş ancak muazzam bir mektup yazdı. Reach for the Sun: Selected Letters 1978-1994'te yer verilen bu mektubun her satırında Bukowski'nin mizahının, keskin dilinin, politik doğruculuğun tam karşıtındaki duruşunun, derin duyarlılığının, sinizminin ve içtenliğinin izini sürmek mümkün.
12 Ağustos 1986
Merhaba John,
Güzel mektubun için teşekkürler. Arada sırada, nereden geldiğini hatırlamaktan zarar gelmez sanırım. Sen nereden geldiğimi biliyorsun. Bazen birkaç kişi çıkıp da bununla ilgili bir şeyler yazmayı ya da hikayemi sinemaya uyarlamayı denese de onların durumu tam olarak idrak edebildiklerini zannetmiyorum. "9'dan 5'e iş" diyorlar. Asla 9'dan 5'e değildir bu iş çünkü öğle yemeği için ara vermezler ki bu işlerin çoğunda işini korumak istiyorsan ara verseler bile yemeğe çıkamazsın zaten. Fazla mesai yapılır ve fazla mesailer asla kitabına uygun yapılmadığı için söylenmeye başlarsan, senin yerine konmaya hazır bir yağcı hemen yanı başında belirir.
Sürekli ne derim bilirsin: "Kölelik yok olmadı, yalnızca bütün renkleri kapsayacak kadar genişletildi."
Canımı yakan asıl şey ise insanların sırf diğer türlüsü daha kötü olabilir diye korktukları için aslında hiç istemedikleri işlerine dört elle sarılıp, onun için mücadele ederlerken insanlıklarının silinip gittiğini görmek... İnsanlar korku dolu, itaatkâr bedenlerden ibaretler. Gözlerinin feri sönüyor. Sesleri çirkinleşiyor. Ve bedenleri. Saçları. Tırnakları. Ayakkabıları. Her şey.
Gençken insanların tüm o baskıya hayatlarını nasıl feda ettiklerine inanamazdım. Şimdi yaşlı bir adamım ve hâlâ inanamıyorum. Bunu neden yapıyorlar ki? Seks için mi? Televizyon mu? Araba taksitleri mi? Ya da çocukları için? Onların yaptıklarını birebir tekrarlayacak olan çocukları için mi?
Eskiden, henüz daha gençken, o işten bu işe koştuğum zamanlarda, birlikte çalıştığım insanlara ara sıra, "Hey, patron her an gelip hepimizi pat diye kovabilir, farkındasınız değil mi," diye soracak kadar aptaldım.
Onlar da yalnızca suratıma bakarlardı. Kafalarında yer etmesini istemedikleri türden bir soru işareti bırakıyordum.
O günler geldi, toplu işten çıkarmalar yaşanıyor (Çelik fabrikalarının işi bitti, teknik değişikliklere gidildi). Yüz binlercesi işten atıldı ve şimdi suratlarında şaşkın bir ifade var:
"Bu işe 35 yılımı verdim…"
"Bu doğru değil…"
"Ne yapacağımı bilmiyorum…"
Özgürlüklerine kavuşmasınlar diye kölelere asla yeteri kadar para vermezler. Yalnızca hayatta kalmalarına ve işlerinin başına yeniden dönmelerine yetecek kadar… Hepsinin farkındayım. Neden yapamıyorlar ki? Parklardaki bankların ne kadar rahat olduğunu ya da o bar senin, bu bar benim gezmenin ne kadar harika olduğunu biliyorum ben. Onlar beni oraya göndermeden önce neden gidip kendim oturmayayım ki? Neden bekleyeyim?
Bunların hepsinden tiksinerek yazdım, tüm bu zırvalıkları içimden söküp atmak gerçekten rahatlatıyordu. Şimdiyse insanların profesyonel yazar diye nitelendirdiği, ilk elli yılını yitirmiş bir adamım ve sistemin ötesinde de tiksinilecek pek çok şey keşfettiğimi söyleyebilirim.
Aydınlatma aksesuarları satan bir firmada paketleme işçisi olarak çalışırken, diğer işçilerden biri aniden "Asla özgür olmayacağım!" diye bağırmıştı.
Patronlardan biri ortalıkta geziniyordu (adı Morrie'ydi) ve o adamcağızın, hayatının sonuna dek kısıldığı bu kapandan kurtulamayacağı gerçeğinden zevk alarak, düpedüz, kıkır kıkır gülmeye başlamıştı.
Ne kadar sürerse sürsün, en sonunda böylesi yerlerden sıyrılma şansını yakalamış olmak bana mutluluğu, mucizenin bahşettiği o muazzam mutluluğu sundu. Artık yaşlı bir kafayla, yaşlı bir bedenle, çoğu adamın yalnızca yoluna devam etmeyi düşündüğü zamanların bile ötesindeyim. Yazıyorum ve yazmaya bu denli geç başladığım için buna devam etmeyi kendime borç biliyorum. Kelimeler artık büyüsünü yitirdiğinde ve merdivenleri tek başıma çıkamayacağım zamanlar geldiğinde ve ataçlardan küçük kuşlar yapamaz duruma düştüğümde, içimde bir yerin buralara gelene dek gördüğüm cinayeti, pisliği ve karmaşayı hatırlayacağına, bana en azından cömert bir ölüm sunacağına dair inancım tam.
Birilerinin hayatını tamamen mahvetmemek oldukça değerli bir marifet sanırım. Özellikle de söz konusu kişi bensem.
Dostun,
Hank
* Çeviren: Sevgi Demir
* Kaynak: Brain Pickings
"Kölelik yok olmadı, yalnızca bütün renkleri kapsayacak kadar genişletildi."
Özgürlüklerine kavuşmasınlar diye kölelere asla yeteri kadar para vermezler. Yalnızca hayatta kalmalarına ve işlerinin başına yeniden dönmelerine yetecek kadar…
Bu cümlelerden sonra ne diyebilir insan. Sadece gerçekten yaşadığımız bu.Görüyorum, insanların özgürlüklerini alacakları kadar cesaretleri yok. Hepimiz birer afyonkeşleriz "kötü bir hayata" bağımlılarız. En azından ilk aşama "Bukovski" okuyarak farkındalığımızı artırmalıyız. Özgürlük yakında...
Bay Daktilo
SEN ALLAH MISIN? YADA FRANZ KAFKA? ERGEN TAYFAYA HİÇ Mİ DAHİL OLMADIN YADA HİÇ Mİ ALKOL ALIP SİNCANLI GİBİ EĞLENMEDİN. CİNS MİSİN SEN GARDAŞ?
şu mektuba bir bakın hele! bir bakın! duygusallığı insanın içini sızlatır ama asla vıcık vıcık bir duygusallık değil. keşke 'ergen' tayfa ve alkolik 'sincanlılar' Bukowski okumasa, keşke değeri başka türlü bilinse.
Yeni yorum gönder