Richard Kearney, içimizdeki canavarla, “öteki”yle birlikte yaşamanın olanaklarını popüler kültürden örneklerle ele aldığı kitabı Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar’da, “canavar2” (monster) sözcüğünün etimolojisinden bahseder ve “monstrare” sözcüğünün bizi iki farklı anlama götürdüğünü belirtir: Göstermek ve uyarmak. Korku edebiyatı bize canavarlar yarattığımızı, içimizde bir canavarla beraber yaşadığımızı, bu hakikati inkar ettiğimiz için de yanlış yolda olduğumuzu gösterir. Edebiyatın bize bir ayna tutarmışçasına yansıttığı şey, kendi suretimizdir; canavarca değil, insanca görünen suretimiz. Konu insan olunca “göstermek,” doğrudan ya da dolaylı olarak “uyarmak”la aynı kapıya çıkar. Kearney, tam da bu yüzden Stanley Cavell’dan şu alıntıyı yapar: "Ancak insan olan insandışı olabilir… Öyleyse ancak insan olan mı canavarcadır? Canavarların var olmadığına inandığımız halde bir şeyin canavarca olduğunu söylüyorsak şayet, canavarca olanın insandan başka namzeti yoktur."
Zombi, golem, vampir, kurtadam, mumya, hayalet gibi korku edebiyatının olmazsa olmaz canavar kahramanları -özellikle bir edebiyat türünün sınırlarını belirleyecek ölçüde- 18. yüzyılda karşımıza çıkmaya başlarken, okurların konumu canavarla empati kurmak ve canavarla karşılaşan kahramanla özdeşleşmek arasında gelip gitmeye başlar. Romantik olan, canavarı yaratan mıdır yoksa canavarın kendisi midir? Shelley’nin Frankenstein’ında özdeşleştiğimiz kahraman, çılgın doktordan ziyade o ünlü ama isimsiz yaratıktır. Halbuki M. R. James ve Blackwood’un öykülerinde önemli olan hayalet değil, onunla yüzleşen kahramanın konumudur. Dracula’daysa durum daha karışıktır. Romantik öykü bir vampire aittir ama vampiri asla birinci ağızdan okumayız. O sadece başkalarının günlüklerinde, notlarında, kısacası başkalarının gözünde var olmuştur.
Mignola’nın selamı var
Günümüzün, korku edebiyatının klasik damarını içinde barındıran en önemli canavar anlatılarından biri, Mike Mignola’nın yarattığı çizgi roman Hellboy’dur. Bu damarı da açık açık gösterir Mignola; hangi ustalardan ilham aldığını, yazıp çizdiklerinde daima bir “selam çakma” niyeti taşıdığını gizlemez. Cehennemden gelen ama kaderinde bu dünyanın parçası olmak yatan Hellboy’un ortaya çıkış öyküsünü okuduğumuz ve sinema uyarlamasında da temel alınan Yıkım Dölü cildini Lovecraft’a ithaf eder. Zaten öykünün önemli bir kısmında Lovecraft’ın dünyasından çıkma yaratıklarla karşılaşırız. Şeytanı Uyandır adlı cildi de Dracula’ya armağan ederek başlar ve bize arka planı kalabalık bir vampir öyküsü anlatır.
Hellboy’un yeni yayımlanan iki cildi Geceyarısı Sirki ve Yaşayan Ölüler Evi’nde de Mignola yine esinlerini bizimle paylaşmaktan geri kalmıyor. Geceyarısı Sirki’nin başlığını düşündüğümüzde -eğer Mignola’yı da biraz tanıyorsak- aklımıza ilk gelecek isim Ray Bradbury olacaktır. Mignola da zaten öyküsünü “sirklerle ilgili en büyük korkularını doğrulayan Ray Bradbury”ye ithaf ediyor, ancak bununla da kalmıyor, Carlo Collodi’ye de şapka çıkarıyor ve böylece bize çocukluğumuzun kahramanı Pinokyo’yla ilgili bir öykü sunacağını da müjdelemiş oluyor. Yaşayan Ölüler Evi’ne ise ünlü sinema klasikleri House of Frankenstein ve House of Dracula filmlerine selam çakarak başlıyor ve canavarlar geçidine dönüşecek bir öykünün sinyalini veriyor.
Geceyarısı Sirki’nde Ray Bradbury’nin eserlerinden aşina olduğumuz o tekinsiz karnaval ve sirk atmosferi ön plana çıkıyor. Mignola bizi Hellboy’un çocukluğuna götürüyor. Kendisine çocuk muamelesi yapılmasından bıkan ve adeta rüşdünü ispatlama peşinde olan Hellboy, Paranormal Araştırma ve Savunma Bürosu’ndan kaçtığı bir akşam, kendisini bir sirkte buluyor, fakat sıradan bir sirk değil bu; gösterilerine gece yarısı başlayan bir korku sirki. Bu karanlık atmosferde Hellboy’a bir gösteri vaat eden esrarengiz fantastik karakterlerden biri de Pinokyo. Daha önce Pinokyo’nun maceralarını okuyan Hellboy, bu büyülü sirkte Pinokyo’nun öyküsüne tanık oluyor, ama bu öykü bir çocuk masalı değil artık, karanlık ve ölümcül bir kabus. Sirkte başına gelenlerle ilgili korkunç bir sürprizle karşılaşıyor ama sonuçta kahramanımızın başına ne gelirse gelsin, büyümenin bir korku tüneline girmek demek olduğunu düşündürüyor Mignola. Ray Bradbury’den de bildiğimiz gibi, korkularımızla karşılaştığımız, kendi gölgemizden korktuğumuz yerdir bu korku mekanı. Doğal değil, yapaydır, adeta bir simülasyondur gerçek hayat için. Mignola da Hellboy’un gelecekte nasıl kabuslarla uğraşmak zorunda kalacağını resmediyor bu gece yarısı sirkinin tünelleri ve aynalarında.
Vampir, kurtadam, Frankenstein’ın yaratığı gibi tanıdık kahramanların rol aldığı Yaşayan Ölüler Evi’nde, Hellboy’un kendi ilham kaynaklarıyla nasıl boy ölçüştüğünü görüyoruz ve neden “anti-kahraman” olarak anıldığını daha iyi anlıyoruz. Birçok Hellboy öyküsünde gördüğümüz o romantik kahraman duruşu burada da karşımıza çıkıyor. Öyküye ismini veren yaşayan ölüler, vampir ya da kurtadam olsa da asıl yaşayan ölü Hellboy’un ta kendisi. Mignola, Hellboy’un asla evini bulamayacak, sonsuza dek sürüklenecek lanetli bir kahraman olduğunu gösteriyor bu öyküde. Daha da önemlisi, onun tıpkı Frankenstein’ın yaratığı gibi modern toplumun yabancısı olarak kalacağını, tıpkı kurtadam gibi, canavar yanı olmadan insan da olamayacağını, tıpkı vampir gibi çevresine istese de istemese de zarar vereceğini vurgulayan bir öykü anlatıyor. Öyküdeki Frankenstein yaratığını temsil eden canavar ile Hellboy şu cümlede buluşuyor: "Nereden geldiğimi ya da nereye gittiğimi bilmiyorum."
Ne var ki Hellboy, yıllar önce okuduğumuz Şeytanı Uyandır’da nereye gideceğini bilmemesinin hoşuna gittiğini, daha rahat uyuduğunu söyler bize. Toprağını tabutunda taşıyan bir vampirin de ötesinde, evinin sembolik anahtarını vücudunun bir parçası (Kıyametin Sağ Eli) olarak taşıyan bir canavardır Hellboy. Yine de cehennemden gelme bir zebani görüntüsünü törpülemiş, şeytani boynuzlarından kurtulmuştur. Bir yanıyla evdedir, diğer yanıyla bir misafirdir. Hellboy, bize evsiz canavarı gösterir ve evinde rahat uyuyan insanı uyarır.
Yeni yorum gönder