Bazı insanlar zarafetleriyle, bir yük almış olarak gelirler dünyaya. Karşılaştıkları insanlar onlara önce kırılgan, hassas der. Sonra bilgili, görgülü sıfatları yakıştırılır. Güzeldirler. Yaş aldıktan sonra, dertli, hüsran dolu denir. Oysa zaten çok zaman önce dünya hüsrana uğramıştır, Ahmet Haşim’in “Ölmek İstiyorum” şiirindeki gibi, “Cevf-i ye’s âşinâ-yı hüsrana,” yani gönlün alıştığı umutsuzluk boşluğuna çoktan düşülmüştür. Onlar sadece görüyor, gördüklerini duyumsuyor, diğerlerinden daha duyarlı bakıyorlardır. Bu zarafetin yüke dönüşmesi ya da nezaketlerinin ölçüsüzlüğü onların farkında olduğu bir şey dahi değildir. Onlar yaşarlar sadece ve ölürler çoklukla vaktinden erken.
Ben hayatımda bu halde sadece bir kişiyi bizzat tanıdım ve anladım. Birkaç da yazarı okudum, anlamaya çalıştım. O yazarlardan biri Stefan Zweig; 61 yaşında, onu dünya üzerinde anlayan belki de tek kişiyi, sevgilisi ve karısı Lotte’yi alıp gitti. Çağdaşı birçok entelektüel gibi erkenden… İşte Stefan Zweig’ın Son Günleri çizgi romanı, onun ve sevgilisinin son günlerini anlatıyor.
Laurent Seksik ile Guillaume Sorel’in elinden çıkma eser, Rio’ya giden bir gemide başlıyor. Lotte ve Zweig, ABD’den ancak geçici vize alabildikleri için Rio’ya gidiyorlar. Zweig, Brezilya’da dönemin önde gelen bir aydını, Başkan Vargas’ın arkadaşı, Geleceğin Ülkesi’nin yazarı olarak karşılanıyor. Lotte ise, Zweig’in deyişiyle, “Trajedi duygusuna sahip olmayan,” ondan 20 yaş küçük eski sekreteri ve verem hastası eşi. Her yerde yabancılar. “Almanya’da Yahudi’ydik, İngiltere’de Alman olduk. Her yerde yabancıyız. İnsan türünün düşmanı olmaktan bıktım,” diyor Zweig. Derken dünyanın acısı o iki insanın ince omuzlarına biniyor. En büyük düşlerin yükseldiği o deli yüzyılın ortasında dünya hüsrana uğruyor, Singapur düşüyor, Hitler ilerliyor. Ve Zweig, “Sadece vazgeçişin gölgesinde sevilir içtenlikle yaşam,” diyor.
Bu kısacık çizgi roman, uzun uzun yazmış, dolu dolu yaşamış bir adam ve onun yazdıklarıyla satır satır uğraşmış, kısacık yaşamış bir kadının hikayesi... Dönemin atmosferini, Zweig’ın dokuz köyden kovulan ama enternasyonal düzeyde sahip çıkılan hümanist kimliğini, ikisinin aşk ve inançlarını bir çırpıda okura ulaştırıyor. Çizimler sinema dilinde; alıp olduğu gibi beyazperdeye aktarmak isteyen biri zorluk çekmez. Renkler Brezilya’nın ve II. Dünya Savaşı’nın hatırlanan tonlarında. Giysiler ve binalardaki detaylar, özellikle karnaval sahnelerindeki çizimlerin özeni hemen göze çarpıyor.
Ne demişti Zweig, “Yeryüzünün tümüne diktatörlükle tek bir dinin, tek bir felsefenin, tek bir dünya görüşünün dayatılması şimdiye değin mümkün olmamıştır, hiçbir zaman da mümkün olmayacaktır, zira akıl her zaman her türlü köleliğe karşı kendisini korumayı bilecek emredildiği üzere, onu sığlaştıracak ve renksizleştirecek, daraltacak, tek tipleştirecek biçimde düşünmekten kaçınacaktır.”
* Bu yazı Mustafa Doğulu’ya ithaf edilmiştir.
Yeni yorum gönder