Afrika danslarında dünya ile ötesinin sınırları silinir. Bilmenin acılığı, bilmemenin en kestirme yoluyla felaha erişir. Ferahlığa kavuşur. Hayatın kendisi olur dans. Hayatın kendisi olur ahenk. Daha doğrusu, insan, kusurlu kaostan çıkar ve kusursuz, sonsuz ahenge katılır.
Hangimiz unutabiliriz, hayatımızda
en az bir kez var olmuş çocukluğu?
Hangimiz unutabiliriz, büyüdükçe
yas tutmuş, canı yanmış suçsuzluğu?
Benim İsa Hanginiz? romanının, yani ki, sevgili ilk gençlik öykümün arka kapağındaydı bu cümleler. Daha doğrusu buna yakın şeylerdi orada o zamanlar yazdıklarım. Hikâyeyi sonlandırmanın (Arka kapağını kapatmanın) bir yoluydu elbette bu. Çünkü biten şeyi çerçevelemek de isteriz. Kaos, onu derinden hisseden bizler için dayanılmazdır. Dayanılmaz olduğunda elbette çare ararız. Yapma bir düzen teklif ederiz ona. Kurma/ca bir düzen. Yazarız. Hiç değilse kendimiz için ve -o güzel Anadolu deyişiyle- “Kendimize kadar” ancak. Seçerek hatırlarız. Yeniden kurmak için geçmişi. Evet, yeniden ve yeniden kurarız. Çünkü kaybolmuş suçsuzluğun, kaybolduğu yollarda sarhoş adımlarıyla gezinmeye devam ederiz. (Suç şarapta değildi; yol çok dolaşıktı... mı?). Yas içindeyiz ve onu aramaktayız. Çocukluğun, elinden başkaca bir şey gelmezmiş gibi geçip gitmesine, ancak böyle söz geçirmeye çalışırız.
*
Uyumu bir daha bulamayız artık. Çocukluk parçalanır ve içinden bir insan çıkar büyür. Ama bir şey kalır yine de. Ahengimizin çocukluk yaraları. Ameliyat iplikleri gibi içimizdedir. Ruhumuzun bütün karmaşasını, kaosunu içeriden tutan ameliyat iplikleri. Çocukluğumuzun, sözüm ona “iyileşmiş” yaraları. Ve biz sonradan, bilmemek cenneti bizi terk ettikten sonra döneriz geriye tekrar. O ruhsal ameliyat ipliklerini yeniden kurcalarız. O yaraları yeniden yoklarız. Kımıldatırız, o sonsuz ahengi, artık sadece ek yerlerine, yaralarına dokunarak hissederiz. Bütünlüğünü ancak acıyarak hissederiz. Acıtarak. Yeniden. Hissettiğimiz organımız hasta demektir, öyle mi?
*
Afrika dansları. Bu danslar, ritüelden başka bir şey değildir, biliyorsunuz. Yozlaşmış modern “formlarından” bahsetmiyorum. Bozulmamış haliyle bu danslar ritüeldir. İbadet içindir, üzeredir, yani. Ve dansın esrikliği içinde, dansçı, dünyanın nerede bittiğini, ötesinin nerede başladığını bilemez. İstemez ki zaten, bilmek. Bilmemek (esriklik) içindir zaten dans. Dışarıdan vücudumuza bir şey aldığımızda ortaya çıkan, sarhoşluk değildir. İçimizden bir şey kendiliğinden taştığında taştığında sarhoşuzdur sadece. Bir çocuğun sebepsiz gülümsemesi, mesela. İlki boş, hiç değilse verimsiz bir esrikliktir. Geçerken söylemeden edemeyeceğim. Ömer Hayyam Türkçeye ve Batı dillerine -şimdilerde Mevlana’nın başına gelen de budur ya- yozlaştırılarak, içeriğinden ve hakikatinden boşaltılarak çevrilmiştir. Uzmanlar, birçok rubainin Ömer Hayyam’a ait olmadığını da ifade ediyorlar. Ne demeye getiriyorum? Şöyle. Ömer Hayyam’daki “şarabı” sevenler, mesela Humeyni’nin şiirlerindeki “şaraptan” hiç bahsetmediler şimdiye kadar. Gülünç değil mi? Stratejik dalgınlık. Neyse, sözü şuraya getireceğim. “Bilmemenin” yolunu şarapta bulanları kınamak değil derdim. “Bilmemenin” daha cesur yolu aşk sarhoşluğudur, onu söylemeye çalışıyorum. Ruhun bir cesaret anıdır o. Daha gelişmiş yolu, yani. Biz modernler, o yola güç yetiremediğimiz için Hayyam’ı ikide bir modern vaftiz şarabına batırıp batırıp çıkarmayı iş sanıyoruz. (Okuma Parçası: Chateaubriand mı; Aydın Boysan mı? J. J. Rousseau mu; Celal Şengör mü? Hayyam mı; yoksa Ömer Hayyam mı?) Dansı da öyle yapıyoruz yani, lafı oraya getireceğim.
*
Modern hayatı dans edemiyoruz. Ahengi parçalandı çünkü. Suçsuzluğu bitti. Kötü biçimde büyüdü. Talihimizin bir azizliği bu galiba. Talihin elinden ne gelir, hayat böyle artık. Bütünlüğe hasretiz. Dünyanın hakikatini, genel olarak her ruhsal konuda kısa kalan modern aklımıza “denk getirebilmek” için kısaltmamız gerekiyor: Eh, eğip bükmemiz kaçınılmaz oluyor o zaman onu. Hakikati yani. Dansı da öyle yapıyoruz, evet. Artık hiçbir hareketimiz daha büyük bir bütünlüğe katılmak üzere yola çıkmıyor. Süreksizliklerden ibaretiz. Duraksamalardan ve anksiyete şenliklerinden. Fırsatları kovalamaktan, geri ödeme kolaylıklarından ve anti depresanlardan. Hayatımızı kesintisiz ritüelden boşaltıyoruz ve yerine hizmet satın alıyoruz. Ritüel hizmeti. Ruhsallıktan arındırılmış cinsellik gibi belki. Aşk olmadan. Bir kültür-fizik hareketleri bütünü. Ruhsal süreksizlikler bütünü. Modern hayat. Modern dans. Oysa yerinden edilmemiş Afrika danslarında, ben demiyorum, antropologlar ve mesela Roger Garaudy gibi uyanmış, inanmış düşünürler söylüyorlar, Afrika danslarında dünya ile ötesinin sınırları silinir. Bilmenin acılığı, bilmemenin en kestirme yoluyla -ruhsal esrime yoluyla- felaha erişir. Ferahlığa kavuşur. Hayatın kendisi olur dans. Hayatın kendisi olur ahenk. Daha doğrusu, insan, kusurlu kaostan çıkar ve kusursuz, sonsuz ahenge katılır. Bilmemenin (ümmi Sokrates) sonsuz ruhsal hazzına düşer. Ritüel, böylece hayatın bizzat kendisinin dans edilmesi haline dönüşür.
*
Utangaç bir ruhsal protez gibi kullanıyoruz çocukluğu artık. İtirazım var. Çünkü ona ameliyat ipliklerini geri kazandırmak da gerekirdi. Başta kendime, bir düzen teklif etmek istiyorum. Ruhsal bir dayanak öyküsü kurmak istiyorum. Çocukluğumu, çürümüş ağaçların kökünden yeniden çıkan taze sürgünler gibi, şu köhnemiş, şu kodese dönmüş hayatımızın içinde, her Görüş Günü’müzde biraz daha ilerletmek, büyütmek, hepimize bir öykü olarak teklif etmek istiyorum. Olur mu?
Yeni yorum gönder