Kanaltanın emektar, beylik hatıra defteri dev gürgen, âşıkların iç kabarmalarını saklamış bedeninde. İyice bakınıyorum, etrafını dolanıp. Yıllar içinde kabarmış nasırlar bunlar. Daha da kabaracak. Âşık kesikleri kabukla birlikte büyüyüp açılacak zamanla. Yerden sivri uçlu bir taş alıp ağaçkakan gibi vurmaya başlıyorum. Annemin baş harfine. Bir ağlama biçimi bu. Ve yarım saat içinde belli belirsiz bir “A” yazmayı başarıyorum.
Atlardan birinin üstüne, denklerin arasına yerleştirmişler beni. Yorgan, kepenek ve kap kacağın içine. Yassı taşlarda yankılanan nal, toynak seslerini, göç kalabalığının birbirine karışmış hengâmesini dinleyerek yol alıyoruz. Şenlik şamata olması gereken yayla yolculuğu cenaze alayını andırıyor. Her yaz başında dağlara doğru bir çiçek istilası gibi kabaran insan neşesi bu yıl annem yüzünden mateme dönüşmüş. O bu yolculukta yok. Artık olmayacak. Olmayacak mı? Hafsalam almıyor bunu. Terleyen avuçlarımla eyerin demirlerine iyice yapışıyorum. Atın biteviye inip kalkan boynuna, yelelerine dalmışım. Ara ara fotoğrafını koynumdan çıkarıyorum. Naylonunu açıp bakıyorum. Gülümsemesi yarıda kesilmiş. Süresi yetmemiş de gülümsemesinin yarısı dünyada kalmış. Donmuş. Yalan dünya. Uzun yıllar sonra benim de böyle bir fotoğrafım olacak. Başıma gelen korkunç bir şey için mahkeme vesikalık fotoğraf isteyecek benden. Alelacele stüdyoya gireceğim ve fotoğrafçı “Gülümse!” diyecek. Çenelerim zorlukla kasılacak, ama yeterli olmayacak gülümseme için. Onun gibi. Yeniden koynuma yerleştiriyorum gülümsemesini. İleriye, sessizce yol alan kafilemize bakıyorum. Altımda tekdüze, tok nal sesleri. Atın boynu inip kalkarken yeleleri savruluyor biteviye. Annemi tekrar görmüş olmanın alkolü zihnimde çalkalanıyor. Tekrar çıkarıyorum. Bu kez bakamıyorum. Naylonunun içine yerleştirip dikkatlice koynuma indiriyorum yeniden. Kanaltada, konaklayınca uzun uzun bakacağıma söz veriyorum içimden.
Yaklaşıyoruz. Vadiyi dikine kesen tepelerin hemen altında, dereye yakın, dev kayın, gürgen ve çam ormanlarının içinde küçük, korunaklı bir açıklık burası. Ormanın ortasında soğukkanlı soğukkanlı tütmekte olan dumanı uzaktan gördüğümüzde, büyüklerden bazıları silaha davranıyor. Birkaç el mermi. Anane böyle. Göz ucuyla babama ve nineme bakıp vazgeçiyorlar sonra. Babam sigara içiyor, önüne bakıyor yürürken. Henüz uzaktaki kanalta yerinden, dumanın tüttüğü yerden birkaç el boğuk mermi sesi geliyor. Gecikenleri karşılamak için. Yok, sürdürmüyorlar onlar da. Demek herkes katılıyor bizim yasımıza. Bu durum daha da büyütüyor yasımızı. Gocuğumun yenleriyle gözlerimi siliyorum. Gavras altını uzaktan gören tepeyi aşıyoruz. Hafif meyille kıvrıla kıvrıla alçalan yoldayız artık. “Pat!” Bu kez babam. Rahvan yürüyen hayvanlar irkilip başlarını kaldırıyorlar. Altımdaki bizim dor at yelelerini sert bir yarım daire çizerek savuruyor. Zınk diye durup ön ayağını iki kere yere vuruyor. Amcam yanına gelip sakinleştiriyor onu. Ceketinin cebinden kesme şeker çıkarıp veriyor. Yüzünü, uyluğunu uzun uzun tımarlıyor. Kafile kımıldanıyor yeniden. Küçük bir dere ağzını, çürümüş devasa kütük çamurlarını, yığılmış yaprak denizlerini zorlukla çıkıp geçiyoruz. Açıklığa varıyoruz nihayet. Önünde devasa bir ateş yakılmış çadıra yaklaşıp duruyoruz. Denkler iniyor. Yükler çadırlara taşınıyor. Cinci ninenin çift zincirli kara zağarı pasalla yere bağlanıyor. Göz göze geliyoruz bir an. Eski bir hesabımız var onunla. Ama şimdi sırası değil.
Artık akşam sayılır. Burası Gavras. Burası yüzyıllardır ayrılıkların, türkülerin, sevdaların döndüğü yurt. İşaret söküp okuyabilen gözler için etraftaki ağaçlarda, kaya mağaralarında, dere boylarında ne hikâyeler var, kim bilir? Saklanmış mendiller, gizli gömüler, kırk kat sarılıp saklanmış mektuplar. Haberlerin, hasretlerin, ağıt türkülerinin ve aşk mektuplarının hiyeroglifleri öbek öbek üşüşmüş ağaç bedenlerine. Hâlâ ateş içinde hasret, çağrı, ayrılık sayıklayan yıllanmış cüzzam yaraları. Kanaltanın emektar, beylik hatıra defteri bu dev gürgen. Âşıkların iç kabarmalarını saklamış bedeninde. Bıçak yaralarını. Sökemiyorum. Çünkü yazıyı aşk okuyabilir ancak. Göz değil. Yas okur, bilgi değil. İyice bakınıyorum, etrafını dolanıp. Yıllar içinde kabarmış nasırlar bunlar. Daha da kabaracak. Âşık kesikleri kabukla birlikte büyüyüp açılacak zamanla. Yerden sivri uçlu bir taş alıp ağaçkakan gibi vurmaya başlıyorum. Annemin baş harfine. Bir ağlama biçimi bu. Ve yarım saat içinde belli belirsiz bir “A” yazmayı başarıyorum.
Beni çadırın önüne, ateşin yanına oturtuyorlar. “Olsun uşağum ben da annen sayilurum. Mahsun olma oyle, olur mi? Şimdi döneriz ayoğluuuumm...” diye başlıyor ağlamaya Miyase teyze. Onu alıyor babam. Ninemin göğsüne bastırmışlar yüzümü. Neden sonra kendime geliyorum. Ormana dağılmış, akşam ateşi için kuru odun, çıra ve dev yemek kazanını dolduracak guguvak, puğre ve gongoroş toplamaya durmuşlar. Oturduğum yerden görebiliyorum o tepeleri. Ağaçların salınan dev çatıları arasından. Karşı yamaçlardan birinde bir tay süsünün yayı tepeye doğru kabarıyor. Güneş batı göklerinde kıstırılmış, karnı deşilmiş. Yıldızlar şimdiden sere serpe tepelerde. Vadinin aşağılarına doğru inen ürkütücü uçurumlar günün son ışıklarıyla esrimiş. Kayın ağaçları, önümde günün soluk anısıyla kımıldanıyor daha. Koynumdan çıkarıp bakıyorum yine. Hâlâ cesaret gerektiriyor –neden? Geri koyuyorum. Sonra çıkarıp bakakalıyorum gözlerine. Her nefes bir iç çekme mi olacak artık böyle? Yan yatmış çaresizlik. Ah yaşamak sırrı. Ah tertemiz ve sağlıklı gizem. Yine de.
Havanın tamamen kararmasına daha var. Günbatımı kendini öldürüp şiirine gömüyor artık. Ancak kanalta yerinde geceleyecek olmak ilk kez şenlik değil. O bilindik şiir değil. Yaylaya doğru günlerce sürecek yolculukta bir kayın ormanının açıklığında geceleyecek olmak iyi değil. Dünya ve içindeki hayat iyi değil. Çadırın naylon örtüsü üzerine iri yağmurun tıp tıp düşmeye başlaması hayra alamet değil. Aksine, düştüğümüz duruma kör talihin fazladan bir ilavesi bu sanki. Dünyaya bir kez daha gelecek olmanın eşiğindeyiz. Ve bir ahengin yükseklerindeyken aklım sürçtü. Bir çeşit soğukkanlı kavrama yeteneği de olan anne bakışının doruklarından aşağılara yuvarlandım. Fotoğraf koynumda. Ellerim başımın altında öylece kalakalıyorum. Akşamın açık göğü dolunayı batıya doğru sürecek. Anne yası büyüyecek. Dolunayın yolculuğu gibi kımıltısız olacak o da. Ve bilincimi, ancak yas -başka ne olabilir?- çaresiz, dünyaya doğru her dakika biraz daha dürtecek.
Büyükler ateşin etrafını sarmışlar. Eski sofra bezlerini açmış, üstüpülerini, harbilerini, ince yağlarını çıkarmışlar. Silahlarını temizliyorlar. Uzaklardan gelen kurt uluması Hasan amcanın dudaklarının kenarını çekiştiriyor. Dişlerinin arasından homurdanıyor harbinin ucunu namluda çevirirken. Silahın parçalarını el çabukluğuyla toparlıyor. Kızağı çekip bırakıyor. “Şrak!” Çekip bırakıyor. “Şrak Şrak.” Diğerleri mermileri şarjöre dolduruyor. Babam düşünceli. Alevin yalımı Ondörtlünün üzerinde geziniyor. Namusta ve hayatta annemle bir bu silah. İyi günde kötü günde. Kışın evin, yazın at yükünün en kuytu köşesinde saklanır ve yokluğunda bile belli bir saygı görür. Ortaya çıkışı tedirgin bir bayramdır. Boşaltacak mı? Annem daha iki gün olmamış. Amcam ateşin başından davranıyor. Atlardan birine yaklaşıyor ürkütmeden. “Dur kızım... cık cık cık cık! Yavaş kızım. Yavaş... Düzenbaz kâfir seni. Kızım! -drüsssss...” Ve yüklükten kavalıyla Ondörtlüsünü bulup çıkarıyor. Toparlanıp kalkıyorlar, sessizce anlaşmış gibi.
Haykırmayacaklar. Şenlik olmayacak. Annemi üzmeyecekler. Ama yılın bu günleri için kaçakçılardan edinilmiş mermiler ve kış boyu yağlanıp saklanmış silahlar konuşmalı yine de. Kabzaları nasırlı ve sert erkek ellerinin içinde kadın eti gibi titremeli. Yüksek sesin en vaveylalı görkemine hükmetmeliler. Ki yaylaya çıkıldığı bilinsin artık. Yaşandığını ve yaşanacağını anlayacak olmanın eşiğinde bir patırtı lazım. Öyle ya. İlk yaz müjdesini ancak silah zoruyla kabul ettirebilirlermiş gibi kendi kendilerine. Konuşmadan artık ve sözün bittiği yerden sonraki o garip mesafeyi sadece silah sesiyle kat edebilirlermiş gibi ancak. Hiç değilse bir kez. Kucağındayım ve ilk seste irkilmemi sarmalayıp yatıştıracak ninem. Kefeni iki yana açıp yüzünü bana da göstermişlerdi. Yüzü o anda, nasıl demeli, o kadar çok güzeldi ki, sanki o kadar çok korkunç değildi. “Anne” diye fısıldıyorum. Sessiz ve kararlılar. Başlayacaklar. Tetikler oynamalı, ateşli kundaklar dönmeli ve dağlarla birebir konuşmalı artık. Dağları, koyakları duymalı. Yaşamanın yerli yerinde olduğundan yine de emin olunmalı. Yolculuğu, göçü, yaylayı duyurmalı. Ateşin ormana doğru zayıflayan aydınlığında, sessiz, eller tetikte, namlular yere dönük, yürüyorlar. Tek sıra. Şenliği hatırlamaya gidiyorlar. Şenliği, matemi de severek sevmeyi öğrenmeye gidiyorlar. Ninemin kucağındayım. Üstümüzde yün yapağıları ve yorganlar. İrkileceğim. Yukarılarda başı dönmüş, yeni yıkanmış yıldızlar. Gök artık bir altın tapınağa dönmüş. Biri öksürüyor karanlıkta. Kayınların orada, ormanın ağzında başlıyor. Hafif ve keskin bir aydınlık topağı çakıp sönerek havada gezinmeye başlıyor. İri iri çam dallarının kesilip yükseklerden düştüğünü duyabiliyoruz. Ninem sarmalıyor beni iyice. Durdular. Bekliyorlar. O tok sesin vadiyi tamamen doldurmasını, uzaklara doğru taşarak akmasını, sonra yavaşça yükselerek karşı tepelerde ölmesini. Sonra yeniden başlıyor. Ninem, oğlu garip bir haykırışla ardı ardına basınca tetiğe, sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyor. Fotoğrafını çıkarıyorum. Kızılca kıyamet. Ormanı ayağa kaldırıyor matem. Silahların sinirleri boşalıyor.
Diyorum kendi kendime. Eve dönemezsin. Katlan buna ki ellerinin arasındadır şimdi ev. Olsun. Esirgemez anne bakışı son bir teselliyi daha. Görmeyi bırakmış gözleri sürdürür çünkü bakmayı hâlâ. Müzik sustuktan sonra sessizlik onu biraz daha sürdürür.
Yeni yorum gönder