Gücünü şiirden alıyordu Dağlarca. Daha okuma yazma bilmezken varlığını hissetmişti onun. Annesi, babası, kardeşleri gibi aile bireylerinden biriydi o. Yaşayan biri. Evde şiir yazmayan yoktu. Baba Almanca, Arapça, Farsça bilirdi. Anne iyi yazdığını söylerdi. Büyükanne “Kâdiri”ydi, ezberden okurdu dervişlerin şiirlerini. Beş çocuk vardı evde. Altıncısı şiir.
Yazın ince gömlekler, kışın kalın paltolar değil yaz kış şiir vardı vitrinde. Adam boyu kartonlara yazılırdı, çocuk eli boyunda harflerle. Önünde adamlar ve kadınlar birikirdi. Satılmazdı, satın alırdı ruhları şiir. Yeter ki bütün varlıklarıyla baksınlar vitrine. Gecenin camına böyle taş atılırdı. On beş günde bir değişirdi vitrin. Kolluk kuvvetleri gelmezse tabii. “Horoz” vitrinden çıkarıldığında güneş de vitrinden çıkarılmış olurdu. Şair durur mu! Ertesi sabah kısa bir şiirini daha adam boyu dikerdi göz bahçesine: “Ama nedir çağlar üzre / Beni senden güçlü kılan…”
“Ozan olmamı önleyemeyeceksin”
Gücünü şiirden alıyordu Dağlarca. Daha okuma yazma bilmezken varlığını hissetmişti onun ve ateşini oradan almıştı. Annesi, babası, kardeşleri gibi aile bireylerinden biriydi o. Yaşayan biri. Evde şiir yazmayan yoktu. Baba Almanca, Fransızca, İtalyanca, Arapça, Farsça bilirdi. Anne iyi yazdığını söylerdi göğsünü gere gere. Büyükanne “Kâdiri”ydi, ezberden okurdu dervişlerin şiirlerini. Beş çocuk vardı evde. Altıncısı şiir. “Okuma yazma öğrenmeyi, şiir okumak, şiir yazmak için istedim” diyecekti Dağlarca yıllar sonra o günleri anlatırken.
İlk kitabıyla ilk rütbesi aynı tarihte konuldu omzuna. Bir yıldız ve Havaya Çizilen Dünya. Yıl 1935. Asker olmasını dileyen babayla şair olmak isteyen çocuğun istekleri buluşmuş, yıllar önce Kur’ân’ı öpüp “Ben seni askerî okula göndereceğim,” diyen babaya Kur’ân’ı öperek cevap veren çocuk haklı çıkmıştı: “Belki göndereceksin, ama benim ozan olmamı önleyemeyeceksin.” Aksi nasıl mümkün olabilirdi! “Küçükken annemin üstümü örtüp gittiği gecelerde sözcükler gelirdi bana. Önce ayaklarımı ısıtırlar, sonra ellerimi, beni öperlerdi. Ben de öperdim onları… Ben sözcüklerin nerelerden geldiklerini, evlerini, ağaçlarını çiçeklerini düşünürdüm” diyen bir çocuk nereye gönderilirse gönderilsin, “Türkçem benim ses bayrağım!” diyecekti.
Havaya Çizilen Dünya şairine göre bir önseziden ibaretti gelecekteki kitapları için. “Sözlerin, kahkahanın, susmanın mânâsı birdi; / Yalnız bir neş’eydi ortada su gibi akan…” Dağlarca bu şiir ırmağının hangi denize döküleceğini hissediyor, “O bütün bir lisandır, gece ne kadar dilsiz olursa olsun” diyerek Ataç’ın ifadesiyle, “Kitaplardakine benzemeyen başka bir dil”i arıyordu.
Aramanın bir bedeli olacaktı elbette. “Kimi yerde beş numaralı gaz lambalarının ışığı altında, kimi yerde mumla Ağrı Dağı sırtlarında, Aras kıyılarında, çadırda, kağnı üzerinde…” Atış Okulu’nu bitirmişti bitirmesine bu genç asker fakat hedefinde yalnız düşman değil aziz bir dost da vardı: Şiir. Şiire diriltmek için nişan almıştı Dağlarca. Çocuğun başının üzerindeki elmayı ebedî bir yemişe çevirmeye ant içmişti. “Açılır kapanır masa, açılır kapanır iskemle yaptırdım bu amaçla. Katır sırtında taşınsın, her yerde çalışabileyim diye” anlatıyordu arayışını.
Yıl 1940. Bir armağan olarak geldi sonunda Çocuk ve Allah. Üç yıllık zorunlu Doğu göreviyle birlikte kitap da bitmiş, kader ona iki terfiyi aynı anda vermişti: İstanbul ve şiir. Üşümüş ellerle yazmıştı bütün eserlerinin çekirdeği olacak Çocuk ve Allah’ı. Okuyanın içini ısıtması bu yüzdendi belki. “Bu eller miydi masallar arasından / Rüyalara uzattığım bu eller miydi” diye başlıyordu şiir, çocukluğunu kurcalayarak. Hayret oradaydı çünkü, “Geceyi sevmeyen eller” orada. Hem “bir oyundan başka bir şey değildi şiir.” Ve bir rüyadan. Bunu yalnız Oktay Akbal’a fısıldamamış, “Altın bir oyun gibi eserdi / Altın tüylerinden mevsimin rüzgârı” mısralarıyla dalgalandırmıştı şiir göğünde. “Ayrılmış sevgili oyuncaklardan / Kırmış küçücük şişelerini. / Ve her şeyden ve her şeyden sonra / Bu eller miydi Allah’a açılan.”
Eller emeğin bayrağıydı evet, çok emek vermişti Dağlarca şiire. Divan, Halk ve Tekke şiirini okumuş, şairlerin özelliklerini belirlemiş, kendi ifadesiyle, “otuz beşi aruz, on beşi hece, bütün vezinleri ellerinden, parmaklarından geçirerek” aralarındaki farklılıkları tespit etmeye çalışmıştı. Lise son sınıfta yazdığı son defteriyle beraber tam otuz defteri olmuştu şiir vadisinde. Fakat emek de duayla taçlanıyordu. Duaya ve Tanrı’ya inanıyordu Dağlarca ve her gece yakarıyordu ellerini açıp: “Tanrım, bana şiirimi yazdır!”
Şiirlerindeki gizemi çocuk yaşta dinlediği annesinin ilahilerine bağlar, şiiri kutsal bir varlık olarak düşünürdü o. “Ağır Hasta” şiirindeki ruh da annesinden geliyordu: “Üfleme bana anneciğim korkuyorum / Dua edip edip, geceleri. / Hastayım ama ne kadar güzel / Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.” Çocukluk madeninden nice cevher çıkarmış, 21-25 yaşları arasında şekil vermişti bu cevhere. Korku bile onun usta örsünde metafizik ışıltılar yayan bileziklere dönüşüyordu. Doğrusu tek bir kelimeden yola çıkıyordu şair. Her kelime bir gezegendi ona göre. Allah’ın uçsuz bucaksız kâinatı içerisinde çocuğu işaret etmişti Dağlarca. İnsanın bozulmamış hâliydi çünkü o.
“Yılmadan bir demiri bir bilezik yaparcasına, bir tek sözcüğü kapsamlı bir yapıt yapmaya çalışıyordum” diyen şair elbette çocuktan da özge ziynetler yapacak, “Kâinatın Akşam Yoklaması”na çocuğunu okşayan bir babanın avuçlarındaki sıcaklık karışacaktı. Bu yoklamada her şey yerli yerinde, hazır ol vaziyetindeydi: “Bir an ki cesaretin büyük sessizliği, / Hissin ve aklın sonsuz memleketinde. / Allah’a mevcut veriliyor, / Kâinat hazır ol vaziyetinde!”
Her şair ne yaptığını bilmez çoğu defa “Ne yapmışsın sen!” diyerek başka gözler işaret eder hüneri. Dağlarca ne yaptığını biliyor, Yapıtlarımla Konuşmalar kitabında Çocuk ve Allah’a “Sen en çok okunan yapıtımsın. (…) Seni bütün derinliğine dek inceleyecek birisi çıkarsa, işi çok güç. Diyebilirim ki, ben seni açıklamak için sonraki yazdıklarıma ulaştım. Bitiremedim seni bugün bile” diyordu.
“Kitaplarım askeri birlikler gibi”
Sen yeter ki şair ol, asker üniforması da giysen şiire nizam verirsin. Fazıl Hüsnü Dağlarca, asker oluşu sayesinde edebiyatta rahatça sınıflandırma yapabildiğini düşünüyor, “Kitaplarım askeri birlikler gibi, her biri kendi varlığını yaşatır. Grameri, sentaksı tamamdır… Şiir yapısı üzerinde kılık kıyafet yoklaması gibi titizlik gösteririm. Beş bin kişiyi önüme dizsinler, hangisinin düğmesinin açık olduğunu görürüm. Kitaptaki sözcükleri de öyle…” demekten geri durmuyordu.
Saat ve pusula gibi askerin temel araçları üzerinden sanat eserini konumlandırması da aynı rüzgârın hüneriydi: “Sanat eseri hem bir saat gibi içinde bulunduğumuz zamanı, hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yönü işaret etmelidir.” Ah, pusulasız yöneldiğimiz kitaplar! Konuğu olduğumuzu sandığımız misafirler. İyi ağırlarsak biz de konukları olacağız onların, öyle söylüyor şair. “Bilmezler ki” diyor, “dünyanın bütün yazarları, bütün dillerdeki bütün yapıtları bizim ailemizdir. Kimileri bana yalnız adam diyebilir. Bilmezler, anlamazlar, sezmezler en kalabalık adam olduğumu.”
Şiirin şaire egemen olduğunu düşünürdü Dağlarca. Şiirin yemeğini ve suyunu veren bir bakıcısı olarak görürdü kendini. Bir hayvandı belki de şiir, kendisine hizmet edene ihsanda bulunan. Nitekim kitaplarından birinin adını İçimdeki Şiir Hayvanı koymuştu. Onun kâh evcil kâh vahşi hayvanı olmuştu peşini bırakmayan: “Şiir yirmi dört saatimde nereye baksam, nerede soluk alsam oraya bakan, orada soluk alan biridir. Onun çalışmasına uyduğum için, ona çalıştığım için mutluyum.”
Şiirle her şeyi ifade edeceğine inandığı için nesirden uzak durur şair. Diğer edebî türleri reddediyor değildir ama varsa yoksa şiirdir derdi. Düzyazı yazmayışını, tek boyutlu kanatlanamadığıyla açıklar. Nesrin kendisini dar bir alana hapsettiğini düşünür. Bir şair olarak başarısını, görme gücünü geliştirmesine bağlar: “Ben şiirimi çok boyutlu oluştururum. Örneğin bir tahtaya bakarken onu yatay ve dikey bölerek düşünürüm. Aynı şeyi sözcüklerle de yaparım.” Şiiri öyle bir tahta oturtur ki şair, ona hakkıyla söz vermediğinde kişiliğini kaybeder: “Şiir dediğimiz yapı, yaşamalarımızın sözcüsü olunca, ozanın başka bir dili yok demektir. Şiir dili ozanın sözcüsü değilse, ozan kendini anlatmaya yetersiz demektir. Yazdığı şiir ozanını bağlamamışsa, onu etkisi altına almamışsa, yazılan şiir eksik bir yapıdır, dış bir güzellik taşır, bir kişilik taşımıyor demektir.”
Bu yüzden hece ve aruz kalıplarıyla oynamakta bir mahzur görmez. Serbest vezin içinde aradığı ses onu diğer şairlerden ayıracak olan tınıdır.
Yeryüzündeki en büyük dilin Türkçe olduğuna inanır. Bir ozanın her dizesine kendi yaptığı dilden, kendi yaptığı dil bilgisinden kata kata en sonunda hem büyük dilini yarattığını hem de okurunu oraya ulaştırdığını düşünür.
Ona göre bir destandaki atın yürüme hızı, veznin içindeki durakların yer değiştirilmesiyle sağlanabilir. Bu atın görevini yapmasından sonra, dörtnala temposunun bitmesinden sonra, yine o kullanılan vezin içindeki duraklar değiştirilerek, alışılmış zamanın geçmesi sağlanırken, şiirin bütününe de istenilen özel tat, özel durum katılmış olur. Her okuyucuya açık değildir bu incelikler. Bu yüzden okuyucuların da kendilerini geliştirmeleri gerekir.
Değeri kadar tanınmak ister Dağlarca. Zira değerinden fazla ünlenenleri hazin bir son beklemekte, bu sanatçılar şöhretlerini ödemekte güçlük çekmektedirler: “Değerinden çok ün istemem; on kez, yirmi kez görmüşümdür, sanatçılar öldükten sonra ünlerini ödemekte güçlük çekiyorlar. Ünleri önünde ‘küçülüyorlar.’ En iyisi sanatçıların değerlerince ün kazanmalarıdır. Örnek mi istiyorsunuz? İşte Hamit, Rahmetli Agah Sırrı Levend’le bir gün konuşuyorduk. Kendisine öbür toplantımızda Hamit’ten yarına kalacak bir iki dizesini ya bulduk ya bulamadık. Bu konuda en güzeli şu sanıyorum: Borçlu ölmemek.”
(Devam edecek.)
Yeni yorum gönder