Türkiye’deki yayıncılık piyasasında bir süredir bir hareketlenmenin olduğu aşikar. Her geçen gün yeni bir yayınevinin kurulduğuna tanıklık ediyoruz, dolayısıyla yayımlanan kitap sayısında da ciddi bir artış var. Dünyadaki görünürlüğümüz de artıyor. Ama anlaşılan o ki, bu gelişmeler beraberinde bir soruyu getiriyor; bütün bu olanlar, gerçekten de sürdürülebilir bir sektörün habercisi mi örneğin? Yeni yazarlarla tanışıyoruz belki ama hali hazırda var olan yazarlarımız durumundan memnun mu?
Yayıncılığa dair bilgiler şeffaf bir yöntemle kamuoyuna sunulmuyor, dağıtımdaki haksız rekabet ya da tekelleşme iddiaları yeterince araştırılmıyor gibi görünüyor. Dergiler birbiri ardına kapanıyor. Çoğu butik yayıncı zor şartlar altında ilerliyor ya da kısa sürede yayın hayatına son veriyorlar. Ayakta kalmak için çoksatar yayıncılığına ağırlık vermekten başka çok fazla çare yok gibi. Oysa butik yayıncılara kütüphane alımları, KDV oranı, vergi muafiyeti, fuarlara katılım ve çeviri desteği gibi konularda bir pozitif ayrımcılık yapılamaz mı; küçük ve orta ölçekli yayınevlerine destek projeleri üretilemez mi?
“Korsan” ise, hâlâ ilacı bulunmamış bir kanser türü gibi; daha çok kapalı kapılar ardında konuşulan bir konu. Sektöre verdiği maddi zarar bir yana, herkesin bu konudaki sorumlulara güvenini sarsan bir mevzu. Bir şeyler okumak istediğinizde kütüphanelerin aklınıza çeşitli kafeler ya da mahalle kitapçınızdan daha sonra gelmesi de sizin suçunuz değil elbette. Ya da kültür merkezlerinin düğün salonlarını andırması... Ancak 2,5 milyar euroluk bir ciroya sahip ve hâlâ sektörleşememiş bir iş kolu olan yayıncılığımız, tüm bunlar yetmiyormuş gibi, büyük bir utançla da boğuşuyor: Sansür. En iyimser ifadeyle; iki yüzyıl önceye ait olan ne çok söylemle savaşmak zorunda kalıyor yayıncılar! “Genişleyen”, “büyüyen” yayıncılığımız, William S. Burroughs’un edebi olup olmadığına karar vermek için toplanan mahkemeleri affettiremiyor ne yazık ki. Öte yandan özellikle ABD’yi kasıp kavuran e-kitap, sesli kitap gibi yeni formatlara biraz Fransız kaldık ve bunun sorumlusu da elbette sokaktaki adam değil.
Bunlar işin sektörel kısmı. Elbette bir de edebiyatçıların, bireysel olarak yüzleştikleri sıkıntılar var. Edebiyatçılara destek veriliyor mu? Yeni yürürlüğe giren Edebiyat Eserlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelik gerçekten yeterli olabilir mi? Sansüre maruz kalan, ülkenin yöneticileri tarafından birebir hedef alınan yazarların yurt dışındaki temsiliyle doğru düzgün uğraşılıyorsa bile, bu daha çok kendi girişimleriyle sektöre hizmet eden birkaç cesur insanın eline bakıyor. Bu doğrultuda başlatılan TEDA Projesi ne kadar da ümit verici bir hamle aslında ama işlerliği nasıl peki? Ülkenin önde gelen edebiyatçılarını bir araya toplayıp fikirleri soruluyor mu harekete geçilmeden önce? Bu noktada, Ulusal Yayın Kongrelerinin gayet başarılı geçtiğini söylememiz gerekiyor. Ama orada alınan kararların hangi biri bugün entelektüel hayatımıza yansıdı...
İşin profesyonellerine sorsanız, şikayet edecek çok şey var. Peki bu problemlerin çözümü nereden geçiyor? Devletin edebiyata karşı sorumluluğu nedir, devlet edebiyatı/yayıncılığı desteklemeli mi? Buna vereceğiniz cevap sizin siyasi duruşunuzu, hayat görüşünüzü pekala ortaya koyabilir. Devletin hiçbir şeye karışmaması gerektiğini de düşünebilirsiniz ve kültür sanat alanındaki hizmet beklentinizi tamamen özel sektöre de yöneltebilirsiniz – ki bu, Türkiye’de burjuvazinin sorumluluğunu konuşmayı gerektirir. Devletin koşulsuz desteğinden yana da oy kullanabilirsiniz. Ama hükümetlerin dönemsel çıkarlarından korkmak, belki de en büyük hakkımız olur bu durumda. Devletin sorumlulukları konusundaki felsefi görüşünüz ne olursa olsun, kültür sanata dair kanalların açılması gerektiği aşikar.
Genel olarak sanat alanına bakarsak, gittikçe özel sektörün eline bakan ve Amerikanlaşan bir sistemin geliştiğinden söz edebiliriz; özellikle de güncel sanat alanında. Sinema alanının ise Kültür Bakanlığı destekli projelerle çok önemli basamaklar atladığını biliyoruz. Tiyatronun akıbeti ise tam bir muamma. Ödenekli tiyatrolar bugüne dek çok önemli bir yer kapladı sanat sahnesinde ama bundan sonrasında ne olacağı hükümetin iki dudağının arasında. Her ne olursa olsun, görünen o ki, sanatın da özelleştirilmeye çalışıldığı bir kültür politikasının güdüldüğü bir dönemden geçiyoruz.
Peki Türkiye’de devletin, hükümetlerin kültür politikaları neydi? Tercüme Bürosu ile yüzlerce kitabı devlet eliyle basan bir Türkiye’den her şeyin özel sektör elinde döndüğü bir Türkiye’nin hayaline geldiğimiz ortada. Tarihte her iki yöntemin de çok başarılı olduğu örnekler var. Ama Türkiye’nin durumunu değerlendirebileceğimiz net bir kültür politikamız olmadı bizim; değişen hükümetlere bağlı olarak değişen bazı eylem planları, o kadar. Soruları kime sormak gerekir bilemiyoruz ama daha sorulacak çok soru olduğu açık...
Ne yayıncılar sevdik zaten yoktular
Devletin edebiyata karşı nasıl bir sorumluluğu vardır? Yoksa zaten özel sektörün elinde olan bu endüstri, kendine şimdiki haliyle çok daha özgürlükçü bir alan mı açacak zamanla?
H. HANDAN ARIKAN
hhandan@gmail.com
Aşağı yukarı beş yıl oldu. O sıralar bir yayınevinde çalışıyordum. Yüksek lisansımı yeni tamamlamış, her şey için çok heyecanlıydım. Yayınevindeki kısa tecrübem bana her şeyin o kadar da kolay olmadığını, “piyasa gerçekleri”nin edebiyat okurlarını pek sevmediğini öğretti. Altı ayda bir beni gerçekten heyecanlandıran bir kitap geçiyordu elime ama yayın kurulundan “satmaz” gerekçesiyle geri çevriliyordu. Anlaşılır bir şeydi bu elbette; çok satan kitaplarla sektörde var olup, asıl yayımlamak istedikleri kitaplara yer açıyorlardı. Bu gerçekleri yeni yeni keşfettiğim günlerde aldığımız bir e-posta, ofistekileri heyecanlandırdı. Helikopter Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Levent Yılmaz’ın metni şöyle başlıyordu: “Niye yeni bir yayınevi kurulur? 1) Para kazanma arzusundan, 2) Delilikten, 3) Kendi kitabınızı basacak yayıncı olmadığından.” Kendi sebebinin delilik olduğunu açıklıyordu. Yayıncılığın bir delilik işareti olduğunu anlıyorduk yani. Bundan tekinsiz bir haz alıyor muydum okurken? Galiba evet.
Helikopter sayesinde, nefis tasarım ve kağıt kalitesiyle ama en çok da Yılmaz’ın arka kapak yazılarıyla bütünleşen harika kitaplar aldık elimize. Bu böyle devam edecek sanırken, 2012’de Helikopter kapanıyor haberleri almaya başladık. Neden bu türden yayıncılık yapan yayınevlerinin ömrü böylesine kısa süreli oluyordu? Keşke birileri çıkıp “nerde bu devlet!” falan deseydi. Kimse böyle şeyler sormadı ama biz bu dosyada devlet ile yayıncılık arasında nasıl bir ilişki vardır, hatta var mıdır, edebiyata bunu borçlu mudur, gibi soruların izini sürmeye karar verdik. Yine de kesinleştirmek için Yılmaz’a Helikopter’in kaderini sordum, şöyle cevap verdi: “Helikopter, maalesef, artık pek uçacakmış gibi görünmüyor; en son Kırmızı ve Siyah’ı yayımladık ve aleti hangara çektik.” Üzücü olduğu kadar düşündürücü bir haberdi bu, insan önce nedenlerini merak ediyor. Çok satanların piyasaya egemen olduğunu, yayıncıların riske girmeyi tercih etmemesini anlayabiliriz ama bunun ötesinde bir de tekelleşme gerçeği var.
Butik yayıncılık
Yayıncılık ve edebiyat dünyasına dair yazılarıyla tanıdığımız Sayım Çınar, butik yayıncılık için çok iyimser aslında: “Butik yayıncılık şu an çok iyiye gidiyor, Domingo mesela, Steve Jobs yayımladı ve bu kitap listelere girdi, bir numaraydı. Eylem Tok’un Mihr romanı da çok önemliydi, cinsel istismarı bir çocuğun ağzından anlatan bir roman. Onun da Hayykitap gibi konsept kitap yayımlayan bir yerden çıkması, listelere girmesi bir başarı öyküsü yani. Bunca kartelin içinde butik dediğimiz konsept kitap yayımlayan bir yayınevi tarafından bu romanın keşfedilip basılması çok önemli.”
Çınar, butik yayıncılardan çıkan çok satan kitaplara vurgu yapıyor, listelere girmesinden bahsediyor; tam da burası dikkate değer, aslında “çoksatar < nitelikli kitap” diye bir denklemden bahsedemiyoruz. Sanırım yayıncılar da, yazarlar da bunlar arasına kalın çizgiler çekmek istemiyor. Gazeteci yazar Bedia Ceylan Güzelce de sektörün çoksatarlara ihtiyacı olduğunu, hatta öncelikle işe “çoksatar” kavramını tanımlamaktan başlamamız gerektiğini söylüyor. Çoksatarlara verdiği örnekleri benim de gönlümü çeldi tabii ki, dedi ki: “Küçük Prens de çok satan bir kitap mesela, Kafka'nın Dönüşüm'ü de; hem çoksatar hem de hep satan bir kitap. Nitelikli edebiyat az ya da çok satılanla ilgilenmemeli diye düşünüyorum. Bazı yayınevleri hem çok satan hem de çok nitelikli kitaplar basabiliyorlar. Çok satan kitaplarla elde edilen bütçeler, bahsettiğiniz ‘nitelikli’ kitapların basılabilmesi için de kaynak sağlıyor.”
Galiba yine aynı noktadan geçiyoruz diye düşünmeye başlıyorum. Yani yazarların kaderi gibi yayıncılar da sanırım bu işin doğasından etkileniyor, yalnız bırakılmışlar Türkiye’de sanki biraz. Tüm bunlara rağmen, rakamsal değerler nedir, bir hareketlilikten söz ediyorsak durum o kadar da kötü olamaz diyor bir ses içimden. Türkiye Yayıncılar Birliği’nin web sitesinde önemli rakamlar var. Uluslararası Yayıncılar Birliği’nin (IPA) 10 Ekim 2013’te açıklanan Küresel Yayıncılık İstatistikleri’ne göre, kitaba yapılan yaklaşık 70 milyon avroluk küresel harcamanın yüzde 60’ının toplandığı, dünyanın en büyük 6 kitap pazarına sahip ülkeler ABD, Çin, Almanya, Japonya ve Fransa. Asıl heyecan verici nokta ise, “Yayıncılığın yanı sıra genel ekonomi ve ülke büyüklükleri dikkate alınarak hazırlanan Dünyanın En Büyük 20 Yayıncılık Pazarı listesinde Türkiye 13. sırada. Küresel Yayıncılığın Yükselen Pazarları arasında Avrupa Birliği birinci, ABD ikinci, BRICS ülkeleri üçüncü oldu. Türkiye Brezilya ve Meksika ile birlikte büyüyen ekonomiler arasında sayıldı, yayıncılığındaki büyümeye dikkat çekildi.”
Son beş yılda 3 kat büyüyerek 2,5 milyar dolarlık bir ciroya sahip olan yayıncılık sektörümüzün durumu aslında öyle çok da karanlık değil. Bir hareketlilik ve dinamizm var ama bu nitelikli ve butik kitaplarda biraz hız kaybediyor, kimi yayıncıları ve dolaylı olarak okurları olumsuz etkiliyor. Okurlar seçim şansından giderek yoksun kalıyor. Bu rakamsal parlaklık pratikte ne kadar okura yansıyor onu kestirmek biraz zor. Mesela son rakamlara göre 2012 yılında 42 bin 626 çeşit yayımlanan kitaplar arasında 14.726 ile edebiyat kitapları önde. Peki neden genellikle bu işin ceremesini edebiyat yayıncıları çekiyor? Helikopterimiz uçacakken neden hangara çekilmek zorunda kalıyor? Sanırım devletin rolü de biraz burada devreye giriyor.
Yine de iyimser olmaya devam edeyim diyorum; mesela, Türk yayıncılığı, yurt dışı fuarlarının gözdesi. Konuk ülke olma, 2008’de Frankfurt Kitap Fuarı’yla büyük ses getirdi. Sonrasında Londra Kitap Fuarı’nın onur konuğu olan Türkiye, burada önemli bir çıkış yakalamıştı. Economist’in haberine göre, Basın Yayın Birliği Başkan Yardımıcısı Münir Üstün, “Londra fuarı sonrasında 30'a yakin kitap için anlaşma yapıldı. Şimdi Türkiye, 2014'te Budapeşte ve Pekin'deki kitap fuarlarında onur konuğu olacak. 2015'te ise Liber'deki kitap fuarının onur konuğu yine Türkiye. Bu fuarlara katılacak yazarlar ve içerik konusunda çalışmalara başladık,” diyor.
Devletin edebiyata karşı sorumluluğu
Kalem Ajans’ın kurucusu Nermin Mollaoğlu, devletten nasıl bir destek veya proje beklediğini sorduğumda böyle bir beklentisinin olmadığını söyledi açıkca. Ve ekledi, “Kültür Bakanlığı birçok kitap fuarına katılıyor. Bu katılımların daha efektif olarak devam etmesi sanırım en büyük dileğim.” Çok net ama elbette tek mesele bu değil. Türk edebiyatının yurt dışında yabancı dillere çevirilmesi ve basılması için Kültür Bakanlığı’nın TEDA projesi elbette çok olumlu bir ilerlemeye vesile olmuş; Mollaoğlu’nun bir de teklifi var, “Çevirmenlere atölyeler düzenleniyor. TEDA’nın kurulmasından sonra bu çok önemli bir gelişme oldu. Şu an en önemli eksiklik olarak yazarların kitaplarının tanıtımı için yurt dışına, edebiyat festivallerine, kitap fuarlarına katılmaları için gerekirse destek isteyebilecekleri şeffaf bir fon oluşması gerekiyor.”
Burada bandı biraz geri sarmak ve asıl soruyu sormak istiyorum Mollaoğlu’na; “Devletin edebiyata karşı sorumluluğu var mıdır, desteklemeli mi?” Yoksa zaten özel sektörün elinde olan bu endüstri, kendine şimdiki haliyle çok daha özgürlükçü bir alan mı açacak zamanla. Konunun zor olduğunu hatırlatan Mollaoğlu, dürüstçe şöyle devam etti: “Konunun zor olması doğasından kaynaklanmıyor; Türkiye’de gerçekleşince zor oluyor. Danimarkalı yazar evde oturup yeni romanımı yazacağım diye devletten para alıyor, bunda da kimse sorun görmüyor, bununla ilgili konuşmuyor bile. Bizde yazara devlet kitap yazması için destek vereceğini açıklıyor. Genel görüş şu; halihazırda yönetimde olan hükümetin görüşüne uygun metin üretebileceklere havadan para, hükümete yalakalık edenlere ödül diye vur beline kazmayı. Cevabım, edebiyatın üretilmesi için hiçbir yazarın desteğe ihtiyacı yoktur. Açlıktan ölürken bile o romanları yazar, şiirin mısraları kağıda yansır. Devletin parası yoktur! Onun yönettiği para hepimizin vergisidir. Bizim paramızın kullanım hakkını seçimle bir süreliğine kazanmıştır. Ve benim, senin, hepimizin parasını kültürel DNA’mızı yarınlara taşıyan yazarlara neden vermesin! Devlet bunu yaparken DNA’mızda eşcinsellik yok, katliamlar yok, yasak aşk yok, ensest yok diye Nazist bir tavır takınırsa işte o zaman yuh demek lazım.”
Burada TÜSAK konusu devreye giriyor; yani son günlerde haber olan, Türkiye Sanat Kurumu, yurt dışı örneklerinden ilhamla hayata geçirilmek isteniyor. İngiltere’deki Sanat Konseyi (Art Council), ABD’de National Endowment for the Arts gibi pek çok örneği olan bu kurum Türkiye’de henüz tasarı halinde ve epeyce hararetli tartışmalara da konu oldu. 11 kişilik üyeden oluşacak konseyin atamalarını Bakanlar Kurulu’nun yapacak olması, taslağın tepki toplayan ilk kısmı oldu. Böylece sanata verilecek desteğin siyasetin gölgesinde kalacak olması tehlikesi sanatçıları endişelendirmiyor değil. Bu yazıya son rötuşları yaparken, güzel bir gelişme oldu ve Bilgi Üniversitesi’nde 30 Ocak günü TÜSAK konusu ve İngiltere örneği ilk defa bir sempozyumda ele alındı. İngiltere uygulamasının da konuşulduğu sempozyumda, İngiltere Sanat Konseyi Tiyatro Programı eski direktörü Emma Stenning bir sunum yaptı ve asıl meselenin herkesin sanata ulaşımını sağlamak ve kültür mirasını korumak olduğunu söyledi – devlet desteğinin sınırlarının da özellikle altını çizdi. International Journal of Cultural Policy Yayın Kurulu Üyesi Christopher Gordon, Sanat Konseyi’nin pratikte nasıl işlediğinden bahsetti: 15 kişiden oluşan konsey üyelerini hükümetin belirlemesine rağmen hiçbir müdahelenin söz konusu olmadığını, muhafazakar hükümetlerin böyle bir eğilimi olduğunda ise konsey başkanının buna izin vermediğini anlattı.
ABD’de yayıncılık tamamıyla özel sektörün elinde ve kendi koşullarıyla şekillenmiş. Fakat sanat kurumu National Endowment for the Arts, yazarlara yıllık 25 bin dolarlık bir fon veriyor, böylece yazarlar eserleri için araştırma yapma, seyahat etme ve en önemlisi zaman ayırabilme şansına sahip olabiliyorlar.
Toplatılacak kitap falan varsa...
Bir fon elbette teşvik edici olur ama bunun için önce “normalleşmiş” bir Türkiye’ye mi ihtiyacımız var sorusu aklımda takılı kalıyor. Devlet yolu çok açmaya da niyetli görünmüyor. Yani yolda epeyce taş var. Ne mi? Örneğin devlet, yayıncılığı diğer tüm sektörlere verdiği desteklerden bile mahrum bırakıyor çünkü gündeminde öyle bir madde yok. Yayıncılığa bakışı yalnızca Anayasa’da var olan ifade özgürlüğü kapsamında, yani toplatılacak kitap falan varsa devlet o konuda hiç ağırdan almıyor. Neyse ki yavaştan demokratikleşeceğiz de bu sorunlar kalmayacak diye umuyoruz. Türkiye’de kütüphanelere kitap alımı bile keyfi, her gelen hükümetle değişen son derece subjektif bir alan bu da.
Diyojen’in deyimiyle, “Gölge etme başka ihsan istemem,” durumundayız sanki. Burada Mollaoğlu’nun “beklentisizliğini” hatırlıyorum. Kendisine ne gibi şartlar oluştuğu takdirde edebiyatın da daha çok ilgi çekeceğini soruyorum; hiç tereddütsüz, “Tanıtmazsanız yoksunuz,” diyor. Yani küresel çapta kültürel bir aktarım hedefliyorsak, bu neredeyse varoluşsal bir problem. Benim anladığım, devlet bu potansiyeli iyi değerlendirmeli ve Kültür Bakanlığı vereceği desteği, yapacağı tanıtımı bu açıdan çok iyi formüle etmeli. İstanbul Telif Hakları Ajansı sahibi Barbaros Altuğ da tanınırlık ve talep meselesinde sanıldığının aksine en büyük ilginin Türklerin yoğun olarak yaşadığı Almanya, Fransa gibi ülkelerden değil ABD, İngiltere ve Yunanistan'dan geldiğini vurgulayarak söze başladı. Altuğ’a göre, “Önemli olan bir yazarın az okunan ve yayılması güç olan ülkelerde yayımlanması değil, dünyada hemen her editörün okuyabileceği İngilizcede iyi ve tanınan bir yayınevi tarafından yayımlanıp başka ülkeler ve okurlara ulaşabilmesidir. Yoksa 300-500 baskı sayıları ile isterseniz 100 ülkede yayımlanın, bu yazara ne prestij ne de tanınırlık getirir. Sadece egonuz okşanır ve bu boşa kürek çekmektir.”
Şu bir türlü alışamadığımız e-kitap...
Türkiye’de yayıncılığın geliştiğinden dünyadaki yerinden biraz heveslendim doğrusu ama şu bir türlü tam olarak alışamadığımız e-kitap ne olacak? Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak “Yeni Medya” dersi veren İsmail Hakkı Polat’a bunu sorduk: “Dijital yayıncılığın Türkiye'deki gidişatı okur ve tüketim potansiyeli olarak umut vaat ediyor ancak yayıncılık kurumları olarak baktığımızda birkaç istisna dışında ziyadesiyle geleneksel. Türk okuru doğal olarak kağıt kitap konusunda nostaljik bir yaklaşım içinde ancak okurun önüne konan dijital yayıncılık seçenekleri de pek tatmin edici değil.”
İşin bir de korsan boyutu var. Hukukçu Başak Purut, bu işin cezai bir yaptırımı olsa da peşine düşeninin pek olmadığını söylüyor, “Türkiye’de e-kitap da diğer eserlerde olduğu gibi FSEK’e tabi. Teorik olarak aynı yasal korumaya tabi ancak basılı yayınların korsan kopyalarının takibi ve engellenmesi nispeten kolayken, e-kitapların korsanının üretilmesi, yayılması çok kolay, takibi de bir o kadar zor. Türkiye’de korsan çok yaygın, e-kitap da bundan payını alıyor ancak kitap endüstrisinde müzikte olduğu gibi büyük hacim olmadığından şimdilik hak sahiplerinin ciddi bir savaş verdiği söylenemez.”
Nihayetinde anlıyorum ki, devlet desteğinden diğer sanat dallarına göre epeyce mahrum edilmiş olan yayıncılık, kendi içinde bulduğu şimdilik ufak çaplı çözümlerle her şeye rağmen ilerliyor. Ortak kanı şu ki, çoksatarlar bağımsız yayıncılığın önünü açıyor, yayıncıların elini rahatlatıyor. Tabii bu arada kaliteli baskılarla, güzel tasarımlarla ve en önemlisi iyi çevirilerle edebiyat okumanın hayalini kuran kitapseverler ara sıra üzülmüyor değil. Helikopter hangara çekilmiş, ama bunun Jaguar Kitap’ı ve Norgunk Yayıncılık’ı da var ve daha nice ilham verici yayıncılar, raflarda yer bulma savaşına her geçen gün korkmadan giriyorlar. Levent Yılmaz’ın tabiriyle “deliler” hâlâ var, piyasa koşulları tek bir şeyi ehlileştirememiş, iyi ki de bunda başarısız olmuş.
* Görseller: Dünya Atay, Nilüfer Üstüner, Ezgi Bıçakçı
Yeni yorum gönder