Çalıkuşu’yla rabıtam eski. İlk okuduğumda 10’lu yaşlara geçiş yapmamış kadar küçüktüm, Feride’nin “uzun bir susuzluktan sonra nihayet huzura kavuşmasını” anlamamış, bunu nihai bir son sanıp uzun uzun ağlamıştım. Neyse ki Feride ölmemiş; anladığımda yaşadığım mutluluğa paha biçilemez.
Çalıkuşu’nun raflarda göründüğü tarih 1922… Yaşıtlarından biri, Yakup Kadri’nin Nur Baba’sı. Oysa hepsini açık ara geride bırakacak, Feride’nin Kâmran yüzünden düştüğü yollarda yaşadığı maceralar çok kızın başını döndürecek, çok erkeğin içine kor düşürecek. Romanın sunduğu malzeme o kadar katmerli ki, 1922’den bugüne önce beyazperdeye, sonra televizyona taşacak. İlk Çalıkuşu’muz Türkan Şoray, Kâmran da Kartal Tibet. Osman F. Seden yönetmen koltuğunda. Aradan yıllar geçtikten sonra bu kez 1986’da televizyonda izleyeceğiz. Yönetmen yine Seden; bu kez Feride Aydan Şener, Kâmran Kenan Kalav. O zaman “yerli dizilerin yersiz uzun” olmadığı yıllar; Seden koskoca kitabı yedi bölüme toplamış, kimse de “Ama biz bütün kış neyle oyalanacağız, yedi bölüm yeter mi?” dememiş, ortaya kitabın malzemesiyle harmanlanmış bir eser çıkmış.
Lafı dolandırdık, sadetteyiz. Çalıkuşu yine bir uyarlamayla ekranlarda... 86’dan bu yana geçen sürede dizi sektörünün de serpilip büyümesinden mütevellit edebiyatın dehlizlerinde drama arayan yapımcılar için Çalıkuşu’nun bunca yıl köşede kalması elbette kabul edilemezdi. Aşk-ı Memnu, Sinekli Bakkal, Fatih-Harbiye, Kurt Kanunu, Yaprak Dökümü derken, o da keşfedildi!
Her tezgahın bir alıcısı elbet olacaktır
Günümüz Feride’sine yönelik birçok eleştiri yapılabilir; Feride’nin naifliğinin huysuzlukla, inatçılığının şımarıklıkla karıştırıldığı hissine kapıldım demekle yetineyim. Kâmran doktor oldu, İstanbul’da veba salgını oldu, Feride’yle Kâmran’ın tutkusu yetmedi, işin içine üçüncü şahıslar girdi. İşin bu noktasında Doktor Hayrullah’ın ilerleyen dönemlerde taşıyacağı hayati önem dururken, romanda Hariciye’de memur olarak tasvir edilen (ve üstelik bu durum da romanda hayati bir öneme sahip) Kâmran’ı niye doktor yaptıklarını bilmiyoruz. Ya da ilerleyen dönemlerde Munise’nin de vefatına sebep olacak kuşpalazı gibi türlü türlü salgın unsuru varken, hikayenin İstanbul ayağında başlayan veba salgınının nedeni de muğlak. Feride’nin alametifarikası zaten roman boyunca kimseye gönül düşürememekken, daha ilk bölümden Kâmran’a rakip çıkan bir ikinci adayın nedeni de...
Romanın o kadar çok mekanı ve durağı varken, şimdiden İstanbul ayağına yüklenen bu kadar detay “uzattıkça uzatacağız” isteğini ele veriyor. Artık galiba senaristler romanlardaki gibi karakterleri yok etmeyi göze alamıyor. Romanın bir başında bir sonunda göreceğimiz Kâmran yokluğuyla “satmıyor,” Neriman’a duyduğu tutkuyla bir başka hikayede ilerlemek üzere konuya dahil oluyor. Bu bitmez tükenmez “Daha dahadaha” merakının artık yalnız bir romanın gerilim unsurlarıyla yetinemediğinin delili. Bunda bir sakınca olamaz, her tezgahın bir alıcısı elbet olacaktır. İtiraz sadece aslını yaşatmayan taklitlere yönelik.
Çalıkuşu’nu dönemdaşlarının arasından sıyrılmasının en önemli nedeni, birbirini bütünleyen hikayelerle sunduğu dönem panoraması. Feride çöllerden çıkıp geldiği İstanbul’da yalnızca öksüz kalmış bir kızın dramını değil, toprak bakiyesini ulusallaşma sürecinde eriten bir imparatorluğun son günlerini de anlatıyor bize. Çocukken ana dili gibi konuşmaya başladığı Arapça ona babasının askerliğinden hatıra. İstanbul’a gelmesiyle kendine “Çalıkuşu” denilmesine de neden olacak yabanıllığı biraz da bundan. Farklı bir toprakta büyüyen bir İstanbullu o. Tıpkı hasrete dayanamayıp vefat eden annesi, gururundan kızını sıkıntı çekmesin diye Sörlere teslim eden babası gibi.
Feride’nin okul hayatıyla başka bir İstanbul çıkıyor karşımıza. Pangaltı’nda Fransız Sörler Okulu’nda (romanda adı geçmese de biliyoruz ki bu okul Notre Dame de Sion) Ermeni, Rum, Yahudi arkadaşlarıyla okuyan bir Müslüman kız. Kadınların, eğitim hayatına ya evde aldıkları derslerle ya da vakıf okullarıyla dahil olabildiği bir zaman. Diplomanın bir kıymeti yok mu? Feride’nin elinde diplomasıyla öğretmen olmaya talip olduğu zamanda göreceğiz ki, yok. Ancak taşrada bir memuriyete talip olursa... Aşkına teslim, evliliğe razı olmuş Feride’nin yaşadığı hayal kırıklığı ve düştüğü yollar romanın o zamana kadar kurduğu çatının çeşitlenmesi için de bir vesile. Zeyniler Köyü’nden başlayarak Bursa, Çanakkale, Kuşadası üzerinden Feride’yle beraber Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkıp Cumhuriyet’e doğru adım adım ilerleyen memleketi de gezeceğiz. Bursa’da İpekböceği, Çanakkale’de Gülbeşeker diye anılan Feride’nin uğradığı haksızlıklara, yokluklara rağmen ideali sönmeyecek, yeni bir nesil yetiştirme isteği sürecek. (Feride’nin utkusu bir beş yıl sonra kadına biçilen rolün çağrısı gibi.) Ta ki önce Munise’sini, sonra bir iftira elinde mesleğini kaybedene dek.
Meselemiz roman özeti değil elbette. Bunca detayı bir araya getirmemizin asli nedeni, bu kadar çeşitlilik barındıran bir romandan tavşanın suyunun suyu çıkarma isteğine verilemeyen manadır. Babasının ölüm haberi karşısında, “Sıkılmayınız ben sizi anladım. Elbet bir gün hepimiz öleceğiz...” diyecek metaneti göstermiş bir kız çocuğunun serpilip büyümesi; aşkını bavul yapıp 20’lerin Anadolu’suna, yani bir yanda Kurtuluş mücadelesinin sürdüğü bir yanda ülkenin göçler, yer değiştirmeler elinde talan olduğu zamana gitmesi yeterli gerginlik değilmiş gibi. Ya da sevgilisine yıllarca, –üstelik Yeşilçam olanaksızlığı içinde değil, normal koşullar altında– kavuşamaz, kavuşma ihtimali de görünmezken kavuşması; yalnız bir kadın olarak göğüslemeye çalıştığı felaketler; yoksulluk, yokluk, ölenler, kalanlar yetmezmiş gibi.
Artık gözden kaçan bir şey var; bu romanlar kahramanlarının hikayeleri üzerine kurulu değildi. Kahramanlarının ve dönemlerin, mekanların romanı idi. Kahramanlar bu sahne içinde vardı, anlatılan sahneyle beraber okuyanı da kapsardı. İzlemeye başladığımız dizi bize diyor ki: “Dönem bir dekor, asıl hikaye daha çok aşk, daha çok entrika, daha çok gözyaşı, daha çok karmaşada…”
Olanla yetinmeye razı olursanız, Çalıkuşu size istediğinizi sunar, sunabilir. Romanı yıllarca vazgeçilmez kılan tam da bu insanı halden hale büründürme özelliği. Ama yetmez; dahanın da daniskasını isteriz; bu oburluğa verilebilecek cevap yine Çalıkuşu’ndan:
Pür ateşim, açtırma benim ağzımı zinhar,
Zalim beni söyletme derunumda neler var!
Bilmez miyim ettiklerini, eyleme inkâr,
Zalim beni söyletme, derunumda neler var!
İçimden geçenlerin bir çoğunu söylemişsiniz, teşekkür ederim. Diziyi ilk gördüğümde verdiğim tepki şuydu: "Esmer Kamran mı olur?!" Oyuncunun yeteneği ya da oyunculuğu değil sorguladığım. Hani; yeşil gözleri vardı, "Sarı çıyan" derdi Feride... Hani; bir kediyi dahi Kamran addedip, muhabbet kuşunu salmıştı gözünün önünde, tüm sarı çıyanlardan intikam alırcasına... Kitabı okuduğumda 7 yaşındaydım, Feride'nin handa kapı komşusu olan, eşi olan zabiti elinden alan kadının yaşadığı şehre gelen kadıncağız için yazdığı "Çocuklarının boğazından kesip rastık alırdı." cümlesi için "Acaba çocukların boğazının neresinden kesilince rastık çıkıyor?" diye düşündüğümü hatırlarım. Sanırım bu ufacık görünen "Sarışın Kamran" detayına bile dikkat etmeyen senarist\yapımcı\yönetmenden fazla imtina bekliyoruz.
Sevgiler
Yeni yorum gönder