Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Dosya // Arkadaşlığın yazılamayan hikayesi




Toplam oy: 277
Neden “ aşk romanları” var da “arkadaşlık romanı” yok? En büyük, en imkansız, en mutlu aşk hikayesi dediğimizde aklımıza onlarca film geliyor da, arkadaşlık filmi dediğimizde neden duraksıyoruz? Kabul etmek gerekir ki günümüz teknolojisi ile şekil değiştiren ilişkilerimizden, arkadaşlıklarımız da nasibini aldı. Artık arkadaşlarımıza kolaylıkla ulaşabiliyor, nerede olursak olalım onlarla görüntülü konuşabiliyor ya da sosyal medya aracılığıyla uzaktan izleyebiliyoruz onların hayatlarını, yıllarca görüşmesek bile. Bu çeşitliliğin içinde arkadaş kavramı evrilirken, “sesini duymak” yerini “like”lara bırakırken, arkadaşlarımız “takipçi”lere dönüşürken arkadaşlığa dair düşünmek için doğru bir zaman gibi gözüküyor.

Sosyal bir varlık olan insanı tanımlayan, varoluşuna anlam veren, kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ilişkileridir. Hayatımızın farklı dönemlerinde farklı ilişkilerimiz ön plana çıkar. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bizi aile ilişkilerimiz şekillendirirken ilerleyen yaşlarda ilgimiz romantik ilişkilerimize, iş ve arkadaş ilişkilerimize yönelir. Her ne kadar ilişkilerimiz çeşitli olsa da, sohbetlerimize konu olan, sinemada izlediğimiz, şarkılarda dinlediğimiz, hikayelerini okuduğumuz ya da sorunlarını kişisel gelişim kitapları yardımıyla çözmeye çalıştığımız hep romantik ve ailevi ilişkiler olmuş. Hayatımızın her döneminde var olan ve zaman-mekan sınırlarından bağımsız varlığıyla önemini kanıtlayan arkadaşlık ilişkileri ise derin bir sessizliğin içinde unutulmuş gibi görünüyor. Bu sessizlik çarpıcı olduğu kadar düşündürücü.

 

Aile içi ilişkiler toplumsal kurallarla sınırları en net belirlenmiş ilişki türü. Kardeşlerin, annenin ya da babanın rolleri, birbirleri ile ilişkilerinin nasıl olması ya da olmaması gerektiğine dair psikolojiden edebiyata, sinemadan felsefeye pek çok alandan örnek bulabiliriz kolaylıkla. Kuralları aynı netlikte olmasa da benzer bir şema romantik ilişkiler için de geçerli. Evlilikler, flörtler, sevgililerin tartışmaları ve sonra tekrar barışmalarına dair sahneler, şarkılar, şiirlerle dolu kültürel hafızamız. Bir zamanlar moda dergilerinde görmeye alışık olduğumuz “onu tavlamanın bilmem kaç yolu” makaleleri şimdilerde YouTube videosu formatında milyonlarca izleyiciye ulaşıyor. Şaşırtıcı olan bunca kaynağa ve onlarca yıllık birikime rağmen Ocak ayında The Guardian’da yayımlanan bir makaleye göre İngilizler hangi davranışların romantik bulunduğu konusunda kafalarının karışık olduğunu söylediler. Anlaşılan o ki tüm bu kaynaklar, şarkılar, filmler, hikayeler ve daha nice kaynaktan aldığımız öğütler ne aile ilişkilerimizde ne de romantik ilişkilerimizde sorunlarımıza çözüm olamamış. Peki kuralları belli olmayan, kan ya da hukuki bağla değil tamamen gönüllü olarak içine girdiğimiz arkadaşlık ilişkilerini nasıl yürüteceğiz? Bu ilişki türüne dair olası sorularımızın cevabını nerede bulacağız? Ve daha önemlisi, nedir arkadaşlık ilişkisini bu sessizliğe mahkum eden? Neden aile sagası, aşk romanları var da arkadaşlık romanı yok? En büyük, en imkansız, en mutlu aşk hikayesi dediğimizde aklımıza onlarca film geliyor da, arkadaşlık filmi dediğimizde neden duraksıyoruz? Kabul etmek gerekir ki günümüz teknolojisi ile şekil değiştiren ilişkilerimizden, arkadaşlıklarımız da nasibini aldı. Artık arkadaşlarımıza kolaylıkla ulaşabiliyor, nerede olursak olalım onlarla görüntülü konuşabiliyor ya da sosyal medya aracılığıyla uzaktan izleyebiliyoruz onların hayatlarını, yıllarca görüşmesek bile. Bu çeşitliliğin içinde arkadaş kavramı evrilirken, “sesini duymak” yerini “like”lara bırakırken, arkadaşlarımız “takipçi”lere dönüşürken arkadaşlığa dair düşünmek için doğru bir zaman gibi gözüküyor.  

 

Kara gün dostu 

 


Arkadaşlığı diğer ilişki türlerinden farklı kılan en büyük özellik, her iki tarafın da tamamen gönüllü olarak bu ilişkiye girmesi. Bu gönüllülük hali bir yandan arkadaşlığı cazip kılan özgürlüğü sağlarken diğer yandan ortaya çıkan kuralsızlık hali tedirginliğe ve elbette sorunlara da yol açabiliyor. Örneğin yakın aile çevremizdeki kişilerle haftalarca ya da aylarca haberleşmememiz bir soruna işaret ederken, arkadaşlarımızı yıllarca görmeyebilir ve daha sonra kaldığımız yerden devam edebiliriz ilişkimize. Birden fazla sevgilimizin olması, en hafif ihtimalle, normların içinde hoş karşılanmazken, arkadaş sayımıza toplumun getirdiği herhangi bir kısıtlama yok. Peki hiç mi bir dayanağı, ortak paydası yok arkadaşlığın? Elbette var, bu ortak paydayı en geniş anlamıyla yakınlık olarak ifade edebiliriz.

 

Arkadaşlık ilişkilerimizde yakınlık, hayatımızın farklı dönemlerinde farklı anlamlara geliyor. Çocukluk döneminde aynı mahallede oturmak, aynı parka gitmek gibi fiziksel yakınlık alanları ön plandayken, ilk gençlik yıllarında yakınlık aynı tarz müziği dinleme, aynı sırada oturma ya da hafta sonları aynı kursa gitmeye dönüşüyor. Yetişkinlikte ise yakınlık daha soyut bir kavram oluyor; ortak değerler, ortak ilgi alanları gibi faktörler fiziksel yakınlıktan daha ağır basıyor bu dönem arkadaşlıklarımızda. Yetişkinlik aynı zamanda arkadaşlıkların karmaşıklaştığı bir dönem çünkü önceliklerimiz değişiyor. İlk gençlik yıllarımızda odamıza kapanıp saatlerce telefonda konuştuğumuz, öğle aralarında aynı şeye beraberce güldüğümüz ya da hafta sonu yatıya kalmak için ailemizle kavgayı göze aldığımız arkadaşlıklarımızın yerini romantik ilişkilerimiz, iş ilişkileri ve ailelerimiz alıyor. Arkadaşlık esnek yapısı sayesinde –ya da tam da bu yüzden– öncelikler listesinde geri sıralara düşüyor. İroniktir ki arkadaşlıklara ayırdığımız vaktin azaldığı bu yetişkinlik döneminde “kara gün dostu” diye nitelediğimiz arkadaşlıklara olan ihtiyacımız da artıyor.

 

 

Diğer pek çok dilde de muadili olan bu deyim gerçek arkadaşlık diye bir kategori oluşturarak bunun ölçütünün ihtiyaç anında, zor zamanlarda yanımızda olanlar olduğunu söylüyor. Bu deyim arkadaşlığa dair bir farklılığı yeni bir kelime ile netleştiriyor. Dost dediğimiz kişiyi birtakım özelliklerle arkadaştan farklı kılıyor. Peki ne anlama geliyor arkadaş ve dost? Neden iki farklı kelimeye ihtiyaç duyuyoruz? Arkadaşlara “kardeş,” eşlere “en yakın arkadaş” nitelemesinin gitgide yaygınlaştığı son günlerde ilişkilerimizi adlandırmaya dair büyük bir kafa karışıklığı içindeyiz gibi gözüküyor.

 

Tanımların yardımcı olabileceği düşüncesiyle TDK’nın Büyük Türkçe Sözlüğü’ne dönüyorum: Türkçe kökenli “arkadaş” kelimesi, “birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri, yaren” olarak tanımlanıyor. Farsça kökenli “dost” için ise, “sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi görüşülen kimse, düşman karşıtı” tanımı kullanılmış. Bu tanımlar iki kelime arasında hepimizin ortak bir anlayışla kabul ettiğimiz farkları bir kez daha ortaya koyuyor. Dost dediğimiz kişi ile aramızda daha derin bir bağ olduğunu güven ve yakınlık kavramlarıyla pekiştirirken, karşısına da “düşman” kavramını koyarak arkadaşlığın tanımında eksik kalan, metafizik geleneğin olmazsa olmazı karşıtlıkla bu ilişki türünün politik kökenini açık ediyor.

 

Jacques Derrida “Dostluk Politikaları” (Politique de l’amitié) kitabında arkadaşlığın felsefi tarihçesinin izini sürerken politika ile iç içe geçmiş bir kavram olduğundan bahseder. Derrida, edebiyat profesörü Geoffrey Bennington ile Sussex Üniversitesi’nde yaptığı 1997 tarihli bir söyleşide Aristotales’in üç farklı dostluk tanımı yaptığını söyler: Aristotales’e göre en yüksek seviyede en yüce erdem olan dostluk vardır ve bunun politika ile ilgisi yoktur. Onu takip eden ikinci seviye dostluk çıkara ve faydaya dayanır ve politik dostluktur. Üçüncü seviyede ise –ki belki buna arkadaşlık diyebiliriz Türkçede– gençler arasında kurulan ve zevk almaya dayalı olan arkadaşlık bulunur. Aristotales’in bu tanımlarından yola çıkarak Derrida şu önemli soruları yöneltir: “Dostlarımızı politik müttefiklerimiz arasından mı seçmeliyiz? Dostlarımızla politik anlamda da anlaşmalı mıyız? Politik olarak düşmanımız olan biri dostumuz olabilir mi?” 

 


"Annem benim en iyi arkadaşımdı”


 Felsefe, politik ve toplumsal alanda çözümler önerse de bireysel cevaplar vermiyor. Dostluğa dair kişisel tecrübelerimi anlamlandırmaya, sorularıma cevap bulmaya çalışırken karşıma demokratik konukseverlik adına en yaratıcı girişim olan “podcast”ler çıktı. Gerek konu çeşitliliği, gerekse üretim ve tüketim süreçlerindeki özgürlük ve çokseslilik ile podcastler, günümüzde farklı ben’lere misafir olabilmeyi, aynı zamanda evimizin kapılarını koşulsuzca öteki’ne açmamıza izin veren önemli bir mecra. Bu formatı edebiyatla ve popüler kültürle birleştirmeyi olağanüstü bir maharetle başaran podcast ise, yazar Cheryl Strayed ve Steve Almond tarafından hazırlanıp sunulan “Dear Sugars” (Sevgili Şekerler).

Yayın hayatına 2009’da başlayan internet edebiyat-kültür dergisi The Rumpus’ta ortaya çıkan “Dear Sugars” köşesi, okuyuculardan gelen sorulara Sugar isimli anonim bir yazarın verdiği cevaplardan oluşan bir nevi Güzin Abla formatı. İlk olarak Steve Almond, Sugar ismi ile sorulara cevap veriyor. 2010’da koltuğu devralan Cheryl Strayed o kadar popüler oluyor ki ısrarlara dayanamayıp 2012 yılında kimliğini açıklıyor. Cheryl Strayed 2013 yılında, Türkçeye de çevrilen Yaban romanını yayımlıyor. Bu kitap Oprah Winfrey Kitap Klubü’ne seçilerek büyük ses getiriyor ve sonrasında Reese Witherspoon’un başrolünde olduğu bir film ile sinemaya da uyarlanıyor. Cherly Strayed’in “Dear Sugars” köşesinde yazdığı yazılar daha sonra “Küçük Güzel Şeyler” isimli bir kitapta derleniyor. 2014 yılının sonlarında köşenin iki yazarı Steve Almond ve Cheryl Strayed bir araya gelerek “Dear Sugars” ismi ile podcast olarak kaldıkları yerden devam ediyorlar; okuyuculardan gelen çeşitli sorulara edebiyattan ve kendi kişisel anılarından hikayelerle yanıt vermeye... “Dear Sugars” ayrıca The New York Times’ta da bir köşeye de sahip.

 

“Dear Sugars”a okuyucu ve dinleyicilerden gelen sorular oldukça çeşitli, içten ve alışılagelmişin dışında; tıpkı verilen cevaplar gibi. İşte bu yüzden arkadaşlık ilişkilerine ayırdıkları bir bölüm olduğunu gördüğümde hiç vakit kaybetmeden dinlemeye başladım ve daha ilk dakikalarda bu ilişkinin mahkum edildiği sessizlikten bahsetmeleri doğru yolda olduğumu gösterdi. Biten arkadaşlıklara ayrılan bu yayında Steve Almond, okul yıllarındaki yakın arkadaşının ihtiyacı olduğu anda yanında olmadığı için duyduğu hayal kırıklığını ve bu arkadaşı ile hiçbir zaman yüzleşip ona davranışının sebebini sormamış olmanın pişmanlığını paylaşırken; Cheryl Strayed, birbirlerine fazla yakın oldukları için yıkıcı bir hal alan arkadaşlığını uzun süren kavgalar sonunda bitirebildiğini anlatıyor. Bu iki örnek bile arkadaşlıkların ne kadar farklı duygularla yaşanıp, sonlanabileceğini gösterirken iki tarafın beklentilerinin de çeşitliliği dikkat çekiyor. Dinleyici mektuplarından sonra yayına yazar Emily Chenoweth konuk oluyor ve paylaştığı arkadaşlık hikayesi ile yazmanın ve okumanın bu karmaşık süreçte ne kadar can alıcı bir öneme sahip olduğunu gösteriyor. Üniversitenin ilk senesinde çok büyük bir sevgi ile bağlı olduğu arkadaşı yazar Heather Abel ile geçirdikleri yoğun bir ilk dönemin sonunda sömestr tatilinde eve döndüğünde Emily Chenoweth’i annesinin hastalık haberi karşılar. Birkaç ay sonra annesini kaybettiğinde cenaze töreninde yanında çok uzun yıllardır tanıdığı arkadaşları değil, Heather Abel vardır. Bu tramvatik olayı atlatamayan Emily, depresif ruh hali ile kaba ve çekilmez bir insana dönüşünce kaçınılmaz olarak Heather ile arkadaşlıkları da yara alır. Yıllar sonra kadın dostluğu üzerine yazılardan oluşan antolojinin editörlerinden Elissa Schappell hem Heather’dan hem de Emily’den yazı istediğinde her ikisi de arkadaşlıklarına yeniden bakma fırsatı yakalar. Birbirlerinden habersiz olmalarına karşın Heather ve Emily arkadaşlıklarını ve yaşananları kendi bakış açılarından anlatan yazılar teslim ederler antoloji için. Aralarındaki bağın gücünün en iyi kanıtı ise her ikisinin de yazılarına aynı cümle ile başlaması: “Annem benim en iyi arkadaşımdı.”

 

Chenoweth’in paylaştığı, çarpıcı bir dostluk hikayesi olmanın ötesinde, dostluğun doğasına dair bambaşka bir noktaya dikkat çekiyor. Adına arkadaşlık ya da dostluk dediğimiz bu ilişki türünün deneyimlenmesi paylaşımla ve birliktelikle mümkün olurken, ona anlam veren ve iki tarafı birbirine gerçek anlamda yaklaştıran, yalnız yapılan yazma ve okuma eylemleri oluyor. Her iki taraf da kendi hikayesini yalnız kaldığında tüm açıklığıyla yazabilmiş, aynı şekilde diğerinin hikayesi ile karşılaşma cesaretini ancak okuma sayesinde kendinde bulabilmiş. Yüz yüzeyken söyleyemeyeceklerini, birbirlerine duyuramayacaklarını Chenoweth ve Abel yazarak ve okuyarak paylaşabilmişler.

 

Bu iki yazarın dostluk hikayesinden yola çıkarak edebiyatın ve okumanın bir çeşit dostluk olduğunu söyleyebilir miyiz? Yalnız anlarımızda bize eşlik eden bir dost değil mi okumak? Her ne kadar tek başına yapılan bir eylem olsa da okumak, hikayelerin açtığı dünyada kalabalıklara karışmıyor mu her okur? Her hikayenin farklı karakterleri ile tanışıp sevdikleri ile dost, hoşlanmadıklarıyla düşman olmuyor mu? Kitaplarına hayranlıkla bağlı olduğumuz yazarları tanımasak da, kelimelerinden bize uzanan bir dost eli yok mu her sayfayı çevirdiğimizde? Belki de arkadaşlık hakkında yazılanları okumaya çalışmak yerine okumanın arkadaşlığı üzerine düşünmemiz gerekir?

 

 

"Dostlarım! Dünyada dost yoktur”


Üç Oda Bir Yalnızlık romanının yazarı Claire Messud, 29 Nisan 2013 tarihinde Publishers Weekly’e verdiği röportajda, romandaki karakter Nora’nın sevimsiz biri olduğunu ve onunla arkadaş olup olmayacağını soran gazeteciye öfkeyle cevap veriyor: “Ne biçim bir soru bu böyle? Humbert Humbert ile arkadaş olmak ister misin? Mickey Sabbah ile arkadaş olmak? Salem Sinai? Hamlet? Krapp? Oedipus? Oscar Wao? Antigone? Raskolnikov? Düzeltmeler’deki karakterlerden herhangi biri ile? Infinite Jest’teki karakterlerle? Pynchon’un romanlarından herhangi bir karakterle? Ya da Martin Amis’in? Orhan Pamuk’un? Ya da Alice Munro’nun? Eğer arkadaş bulmak için okuyorsan, başın büyük dertte demektir. Tüm olasılıkları içinde hayatı bulmak için okuruz. Anlamlı olan soru ‘bu benim için bir arkadaş olabilir mi?’ değil ‘bu karakter hayat dolu mu?’ olmalıdır.” Messud’un önerdiği okuma biçimi yakınlık, sevgi ve güven gibi kriterlerle sınırlandırmadığımız, hikayenin içinden gelip bizim kapımızı çalan tüm karakterlere evimizi, kalbimizi, zihnimizi koşulsuza açtığımız bir okuma biçimi. Gerçek hayatta türlü sebeple cesaret edemeyeceğimiz bu tarz bir dostluğu sadece edebiyat sayesinde deneyimleyebiliriz belki de.

 

Messud’un deyimiyle, eğer dost bulmak için okumayacaksak, dostluk hikayeleri okuyabiliriz diye düşünerek arkadaşlık üzerine yazılmış romanlara dönüyorum. Arkadaşlık ilişkisinin mahkum olduğu genel sessizlik burada da kendini gösteriyor. Aşk romanları diye ayrı bir tür varken ve hatta sırf bu tarz romanları basan Mills & Boon gibi yayınevleri varken, arkadaşlık, romanlarda arka planda işlenen temalardan biri olarak kalıyor çoğu zaman. Edebiyat tarihindeki arkadaşlık hikayeleri arasında Don Kişot ile Sancho Panza, Sherlock ile Watson, Huckleberry Finn ile Tom Sawyer akla ilk gelen örnekler... Ama bu ilişkiler –Aristotales’in bahsettiği– bir amaca yönelik politik ittifaklarla kurulan erkek dayanışmasını andırıyor; temellerindeki güç dinamiği koşulsuz arkadaşlığın en büyük engeli gibi gözüküyor. Dolayısıyla, bence, arkadaşlığa dair okuyabileceğimiz en iyi hikaye, Elena Ferrante’nin dört kitaplık Napoli Romanları serisi.

 

Ferrante bu dört kitapla, Lila ile anlatıcı Lenu’nun çocukluktan başlayarak hayatlarını izliyor ve arkadaşlığın zaman-mekan ekseninde nasıl evrildiğini en saf haliyle anlatıyor. Bir yandan iki arkadaşın geçmişten günümüze uzanan hikayesi diğer yandan okuyucunun bu dört cildi okurken sarf ettiği zaman birleştiğinde, dostluğun zamansallığına dair de ilginç bir tecrübe yaşatmış oluyor Napoli Romanları. Kitaplar da tıpkı arkadaşlık ilişkisi gibi bir başlangıç noktasına sahip olmakla beraber her zaman bir geleceğe işaret ediyor. Hikayenin sonuna duyduğumuz merak ile dostluğun devamına duyduğumuz umut birbirine karışsa da, hep geleceği işaret ediyor. Kitabın sonunu merak ettiğimizde hızlıca okumak ya da her anın tadını çıkarmak için yavaşlamak bizim okuyucu olarak yapabileceğimiz seçimler bu ilişkide. Oysa Lila ve Lenu, hayatın gerçek zamanında pusulasız savrulurken birbirlerini kerteriz alıyorlar. Kimi zaman özlemle, kimi zaman kıskançlıkla kimi zaman da güvenle yaklaşıyorlar birbirlerine ve tüm bu duyguların var olmasına izin vererek, aralarındaki mesafenin gitgide artmasından korkmadan.

 

Ferrante bu kitaplarla sadece bir hikaye anlatmakla kalmıyor, gizlediği kimliği ile arkadaşlığın ihtiyacı olan dürüstlüğün bedelini de ödüyor. Yazabilmek ve bu ilişkiyi yeniden yaratabilmek için kendisini ortadan kaldırması gerektiğini ise Lila’dan öğreniyor. Habersizce ortadan kaybolan Lila, anlatıcı Lenu’ya bir hikaye yaratma özgürlüğü hediye ederken, hikayenin ilham perisi olarak varlığını sağlamlaştırıyor. Hikayeyi yazan Lenu olsa da onun yazmasını mümkün kılan Lila oluyor. Lenu ile Lila arasındaki yaratan ve yok olan dinamiğini Elena Ferrante’nin sakladığı kimliğinde de görüyoruz. Ancak kendi ismini ve kimliğini sildiğinde bu otobiyografik hikayeyi yeniden yazabiliyor çünkü ben’in varlığına tutunduğumuz surece öteki’ni içtenlikle karşılamamız mümkün değil. Ferrante kendisini siliyor ki ittifaklardan, çıkarlardan, koşullardan arınmış gerçek dostluk kapıyı çalabilsin.

 


 


Bu satırları yazarken uzun zamandır haber almadığım bir arkadaşımdan gelen e-posta elbette tesadüf olamaz. Geçmişin getirdiği tanıdıklık hissi ve güvenle üzerine tıkladığımda ise söylenecek sözlerin bittiğini, geriye sadece formalitelerin, imzalanması gereken evrakların kaldığını görüyorum. Tıpkı biten bir evlilik gibi, son bir imza ile koparıyoruz aramızda kalan bağı. Eminim ikimizin da farklı hikayeleri vardır arkadaşlığımıza, hatalarımıza, güzel anılarımıza dair. Geleceğe dairse söyleyecek sözümüz yok. Belki umudun bittiği noktada bitiyordur dostluk. Ya da Aristotales’in söylediği Montaigne ve Derrida’nın tekrar ettiği gibi: “Dostlarım! Dünyada dost yoktur.” Sesler birbirine karışıp yankılanırken, benim sözlerimi kim söyledi diye düşünüyorum.

 

 


 

Görseller (sırasıyla):  Dilem Serbest, Ece Zeber, Serkan Yolcu

 


 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.