Kavramların ve tanımlamaların çoktan buharlaşıp yok olmaya yüz tuttuğu 21. yüzyılda, “Türkçe Edebiyat-Türk Edebiyatı-Yerli Edebiyat” isimlendirmelerinden hangisini kullanmanın doğru olduğu tartışmaları da halen sürüyor. Aslında bu tartışma, içerisinde birçok soruyu barındırıyor: Kullanılan dil midir bir eseri var kılan sadece? Edebiyatı dil ile sınırlamak ne kadar doğrudur? Küreselleşen dünyada, ulusal bir edebiyat nasıl var olur? Yerlilik neden küçümseniyor, çağdışı bir şey gibi mi algılanıyor? Geleneğin, yerliliğin taşıyıcısı ve devamı olacak bir edebiyat fikri ve yazarlık anlayışı hâlâ mümkün müdür?
Bu ve buna benzer birçok soru, tartışmaya açık bir vaziyette önümüzde. Edebi akımların, kanonların, rüzgârların çok hızlı değişip dönüştüğü günümüzde tüm bu sorulara yanıtlar ararken, üzerine pek de düşünmediğimiz ve ne olduğu aslında pek de net olmayan “Dünya Edebiyatı” denilen tanımlamayı irdelemekle işe başlamak gerekiyor diye düşünüyorum.
“Klasikler” başlığı altında sıralanan eserler üzerine halen bir mutabakat sağlanmamışken ve bir yandan da “Modern Klasikler” tasnifindeki eserler giderek artarken, çoktan küreselleşen dünyanın küreselleştiğinin farkına yeni yeni vardığımız edebiyat cephesinde neler olmakta? Kendi özgün dilinde yayımlandığı sırada onlarca farklı dilde de aynı anda yayımlanan, hatta özgün dilinden önce çevirisi -elbette çoğu kez İngilizcesi- piyasaya çıkan romanlar, öyküler sarmış durumda etrafımızı. “Dünya Edebiyatı” derken neyi kastettiğimizin farkında mıyız artık? Hangi “Dünya” bu, hangi “Edebiyat”?
“DÜNYA EDEBİYATI” NEDİR?
İlk olarak Alman yazar ve düşünür Goethe tarafından dile getirildiği bilinen “Dünya Edebiyatı” kavramı, sürekli olarak anlam kaymasına uğramış ve uğramaya da devam etmekte olan bir tanımlama. Goethe, çok kabaca açıklamaya çalışırsam, “ulusal edebiyat” döneminin kapandığını belirlemek için kullanmıştı bu kavramı. Sadece Almanların değil, diğer tüm milletlerin edebiyatından ortak bir miras olarak beslenilmesi gerektiğini salık veriyordu yazarlara ve okurlara. Nitelikli olanı sadece kendi ulusal edebiyatlarının eserleri içinde değil, tüm dünyada aramak gerektiğini düşünüyordu. Hatta Goethe’den birkaç on yıl sonra, Marks ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da karşımıza çıkıyordu bu tanımlama. Burjuvazi tarafından, ulusların “manevi ürünleri”nin de ortak mülk haline getiriliyor olmasına dikkat çekiliyor ve “Dünya Edebiyatı” denilen bir kavramın ortaya çıktığının altı çiziliyordu. Yani zamanın ruhunun yarattığı bir kavramdı bir bakıma bu.
Modern dünyanın doğuşuyla birlikte ortaya çıkan bir tanımlama olan “Dünya Edebiyatı” kavramı, o günlerden bugüne birçok farklı anlamlara büründü elbette. İyi niyetli anlam ve tanımlama arayışları, günümüze gelindiğinde bambaşka boyutlara ulaştı. Hatta kendi anlamının da altını kazıdı ve büyük bir boşluğa, melezliğe kapı araladı.
Bizler çok basit anlamda tüm dünyada kabul görmüş, yerelden evrensele doğru uzanan konuları işleyen, nevi şahsına münhasır ve birçok dile çevrilerek insanlığın ortak mirası haline gelmiş/gelebilecek eserleri “Dünya Edebiyatı” kümesine alıyorken, artık bu iş bir formülleştirmeye varmış durumda. Ulusal, yerli, milli (ya da her ne derseniz) unsurların ve edebiyatın ana malzemesi olan dilin ikinci planda olduğu eserlerin “üretildiği” bir döneme girdik çoktan.
Kapitalizm ve modernleşmenin boy attığı Avrupa, yine kendini merkeze koyarak elbette, “Dünya Edebiyatı” kavramını artık “kolay çevrilebilir” hatta “kolay tüketilebilir” tanımlamalarına sıkıştırmaya çalışmakta: Her zamana, her mekâna, her insana, her kültürel ve kolektif bilinçdışına seslenebilen eserlerden mürekkep bir “Dünya Edebiyatı” kitaplığı… Her kapıyı açan bir maymuncuk, kolay hazmedilir, kolay tüketilir bir metalaştırma çalışması.
“ÇEVRİLMESİ KOLAY” KİTAPLAR VE “YANLIŞ DİL” KULLANAN YAZARLAR
Klasikleşen eserlere baktığımızda, bu eserlerin ne kadar kendi ulusal edebiyatlarına dâhil ve aynı zamanda ne kadar evrensel olduklarını az çok görebiliriz. Örneğin, neredeyse her dile çevrilen ve modern insanın bunalımını, kendini arayışını kaleme alan Kafka mı daha evrenseldir yoksa ninesinin anlattığı hikâyelerden yola çıkarak yazdığı büyülü gerçekçi romanları ile Márquez mi? Ya da hangisi daha “yerel”?
Peki, yerel unsurları neye göre tartacağız? Yazar, içerisinde doğup olgunlaştığı dilinin ve kültürünün içinden mi sesleniyordur bize her zaman? Yoksa diline ve kültürüne dışarıdan, bir belgeselci ya da gözlemci gibi yaklaştığı için mi “yerel” gibi görünüp de “evrensel” olabiliyordur? Yine aynı örnekten gidersek Gabriel Garcia Márquez, Haruki Murakami, Orhan Pamuk vb. yazarlar bu kadar yerel konuları işlerken, nasıl oluyor da her dil ve kültürdeki okura rahatlıkla ulaşabiliyorlar ve çok sevilebiliyorlar?
Tam da bu noktada, “Türk Edebiyatı mı Türkçe Edebiyat mı?” tartışmasına bu açıdan da bakılması gerektiğini düşünüyorum. (Türk yerine Alman, Rus, Japon; Türkçe yerine Almanca, Rusça, Japonca da diyebiliriz. Bir formül bu.) Dili sadece bir araç olarak görmek, yani mecburen bu dilde yazıyor ya da “yanlış dil” kaderinde doğmuş olmak düşüncesinin getirdiği bilinçdışı bir söylem olarak geliyor bana “Türkçe edebiyat” tanımlanması. Elbette işin politik, sosyolojik, akademik tasnif anlamında da birçok boyutu olduğunu yok saymıyorum. Ama küresel bir edebiyatın taş gibi ağır bastığı bir zamanda, zamanın ruhu da dilin veya kültürün, ulusal-yerli olanın içinden yazmanın bir amaç değil bir araç, hatta mecburen, istemeden kullanılan bir araç olduğunu da bize gösteriyor sanki. Ana malzemesi dil olan edebiyatın, aslında hangi dil ve kültürün içinden doğduğunun anlamsızlaştığı bir zamandayız sanki. Çünkü amaç, artık biraz da çevrilmesi kolay eserler kaleme almak. Böylelikle, rahatlıkla yeni nesil “Dünya Edebiyatı” kavramının içerisinde yer alabilmek. Yerel-yerli olanın sınırlarını yok edebilmek.
Amerikalı akademisyen ve edebiyat eleştirmeni David Damrosch, Dünya Edebiyatı Nedir? (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013) adlı eserinde, şöyle bir yorum getiriyor bu konuyla ilgili: “Yurtdışında yayınlanmak için yazmak, sansüre karşı yiğitçe bir direnç ve yerel dar görüşlülük yerine küresel değerlerin olumlanması olabilir; fakat yalnızca, yayılan küresel tüketiciliğin düzleştirme sürecindeki bir sonraki aşama da olabilir.” Özellikle Salman Rushdie, Orhan Pamuk gibi -kısmen de olsa- oryantalist olarak tanımlayabileceğimiz eserler ortaya koyan yazarlar için de bunu söylemek mümkün müdür?
Çünkü dilden ve kültürden vazgeçilirse ya da dil sadece “araç” olarak görülmeye başlanırsa, ortak/küresel bir “tat” arayışında kaleme alınan metinlerin açtığı yoldan ilerleyen yeni yazarların eserleri elbette gitgide yavanlaşacaktır. Yeni yazarlar, bu yolu yanlış bir şekilde izleyerek, rahat okunur ama kötü dil işçiliği ve kötü işleyişlerle dolu kurgular ortaya çıkarmak durumunda kalacaklardır bir yerden sonra. Özgün kalamayacaklardır.
Yine bu konuda, Pakistan asıllı Britanyalı yazar ve eleştirmen Tarık Ali’nin şu çıkarımı, bize geldiğimiz noktayı göstermektedir: “New York’tan Pekin’e kadar, Moskova ve Vladivostok üzerinden aynı abur cuburları yiyerek, televizyonda aynı abur cuburları izleyerek ve giderek artan bir oranda, aynı abur cubur romanları okuyabilirsiniz.”
SEVİLEN, TALEP EDİLEN KONULARI İŞLEMENİN RAHATLIĞI
Kolay çevrilebilir bir dil kullanımı seçiminin ve kendi kültürünün taşıyıcısı değil de gözlemcisi olma hatasının yanı sıra, tabii ki küresel anlamda dikkat çekecek, özellikle de Avrupa-Amerikan okurunun ilgisini kazanacak konuların işlenişi de göz önünde durmakta. Oryantalist yaklaşımlar, halen ilgi çekmekte örneğin. Bunun yanında, özellikle son yıllarda LGBT konularına ucundan kıyısından da olsa değinen kitaplar açık ara öndeler. Azınlıklar, uç politik yönelimler ya da modern insanın çok kişisel, kendisi dışında hiç kimseyi ilgilendirmeyen acıları… Zamanın ruhunun nabzına göre verilen şerbetler.
Diğer taraftan, özellikle Netflix ve benzeri dizi-film platformlarının da rüzgârını arkasına alan, epik olmaktan uzak ama bu iddiayı taşıyan romanlar, fantastik olduğunu söyleyen ama sadece vakit geçirmek için okunacak, kendi özgün evrenini kuramamış, sadece birer eğlence aracı olarak tüketilecek romanlar da oldukça yükselişte.
Yazının başında, Márquez ve Pamuk örneklerini vererek kendilerine haksızlık yapmış olabilirim. Márquez, Pamuk ve benzeri yazarlar, en azından gözlemci olarak işledikleri konuları kendi kültür ve coğrafyalarından taşıyorlardı metinlerine. Kendi coğrafyalarını iyi tanıyor ve beslenme kaynaklarını görmezden gelmiyor, hatta bundan gurur duyuyorlardı. Yeni yazarlar ise beslendikleri “evrensel” ama melez kaynakların çamurlu yoluna girmiş durumdalar. Türkçe ya da Çince, hatta İngilizce yazılmış olmasından başka ulusal-yerli unsur barındırmayan, hatta tersine “Dünya Edebiyatı” okurunun seveceği ve kendilerinden talep ettiklerini düşündükleri konuları, yine okurlarının kolayca anlayacaklarını düşündükleri bir üslupla kaleme alan yazarlar, çoğu kez farkında bile olmadan hatta ana akım edebiyatı domine etmeye başladılar çoktan.
KÖKÜMÜZ NEREDE, NEREYE GİDİYORUZ?
Yahya Kemal’in meşhur deyişi ile “kökü mazide olan atiyim” diyebilecek bir edebiyat alanı ve yazar kaldı mı, kalacak mı acaba? Gidişattan memnun değilsek, bunun çözümü nedir o zaman? “Türkçe Edebiyat” kavramı baskın olacaksa, hiç olmadı dili oldukça mahir bir şekilde kullanamaz mı yeni yazarlar?
Elbette bu ve yazı boyunca sormaya ve tartışmaya gayret ettiğim sorulara kesin bir yanıt verebilmek olanaksız. Çünkü nasıl modern ve küresel dünya yeni nesil yazarlara formüle edilmiş basit reçeteler sunuyorsa, biz de onlar gibi meseleyi basite indirgeyip ortaya yine formüller çıkartarak bir yere varamayız. Aynı hataya düşmüş oluruz. Fakat bu konu üzerinde ciddi bir şekilde düşünmek ve edebiyatımızın gittiği noktayı kestirebilmek için tüm bu kafa karışıklığını bir yerden de olsa çözümlemeye başlamak gerekir düşüncesindeyim.
İngiliz edebiyatını, Alman edebiyatını, Fransız edebiyatını dünden bugüne çeviriler sayesinde takip edebilen birçok farklı kültür-ulus gibi biz Türk okuru-yazarları da “Dünya Edebiyatı”nın serencamını iyi bilmekteyiz. Fakat bu sırada, kendi edebiyatımızın yolculuğuna da yabancı kalmış, geleneğin takipçisi olmakta zorlanmış, hatta belki buna gerek bile duymamışız/duymuyoruz. Kaldı ki gerçek anlamda “Dünya Edebiyatı” kanonuna dâhil olabilsin eserlerimiz…
Bundan 70-80 sene önce kaleme alınmış eserlerini bile “sadeleştirilmiş” -bir nevi “çeviri”- olarak okuyabilen Türk okuru ve yazarında mı peki tek suç? Orhan Pamuk dışında, hangi yazarımız “evrensel” bir başarıya ulaşabilmiştir şimdiye kadar? Bu konuyu da bir kenara koyalım, şu anda bile gerçek anlamda bir yerli-ulusal edebiyat düzleminden ne kadar bahsedebiliriz ki? (Tabii burada da sadece yazarlara ve okurlara değil yayınevlerine, ajanslara, kültür işi yapan özel ve resmi tüm kurumlara da büyük bir iş düşmekte. Bu mesele ise bambaşka ve geniş bir yazının konusu.)
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki “Dünya Edebiyatı” meselesi, daha çok değişip dönüşeceği ortada olan bir kavram gibi görünüyor. Fakat yeni yazarların en başta kendi dillerinde, kendi kültürlerinde ya da hakiki anlamda bir evrensel miras içerisinde kök salmalarının elzem olduğu da aşikâr. Yoksa bu “Dünya” ve bu “Edebiyat” onları da çiğneyip tüketeceğe benzer. İçerisinde geçmişi ve geleceği aynı anda, hem de her çağda, aynı tazelikle taşıyan bir tohum olan has edebiyatı ise kimseler yok edemez. Kök salacak, verimli bir toprak bulabilsin yeter ki…
Yeni yorum gönder