Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Dünyaya neden geldim?




Toplam oy: 101
Bir radyo programı dolayısıyla bir araya gelen Sadettin Ökten ve Kemal Sayar’ın söyleşileri Dünyaya Geldim Gitmeye adıyla kitaplaştı. Bu konuşmalarda ben ortak paydayı “hayatın anlamı”nı okuma, tefekkür etme mesaisinde gördüm. Ne kof bir iyimserlik ne de zehirli bir kötümserlik var onların bakışlarında.

Sadettin Ökten ve Kemal Sayar. İki sahilsiz umman. Bunu söz konusu iki kişiye iltifat olsun diye demiyorum. Öncelikle “gönül” zaten sahilsiz bir ummanın adı. Kemal Sayar ve Sadettin Ökten de bu sahilsiz ummanda iki farklı disiplinde “şahitlik” etmiş kişiler. Yazdıkları eserlerde, konuşmalarında hep bu şahitliklerini paylaşıyorlar ve insanları kendi şahitliklerini yapmaya davet ediyorlar. Dünyaya Geldim Gitmeye, iki ummanın, iki şahitliğin buluşması. Bir radyo programı dolayısıyla yapılan bu söyleşiler şimdi iki kapak arasında bir araya geliyor ve bir anlamda da hatırdan satıra transfer edilmiş oluyor böylece..

 

Peki, Sadettin Ökten ile Kemal Sayar’ı buluşturan ortak payda nedir? “Gönül Sadası” isimli bir radyo programında cereyan eden bu konuşmalarda ben ortak paydayı “hayatın anlamı”nı okuma, tefekkür etme mesaisinde gördüm. “Hayatın anlamı” akıllara new age kişisel gelişim kitaplarını getiriyor. Bunun farkındayım. Ancak hem Sayar hem de Ökten, kadim olanı okumaya çalışırken mevzuya bir zamanlar olup bitmişi “mumyalama” yöntemiyle korumaya çalışan bir gelenekçiliği merkeze almıyorlar. İkisi de geleneği, sahici ve sahih olanı “hayatın” içindeki tezahürleri ile anlamaya/okumaya çalışıyorlar. Dolayısıyla ortaya çıkan “muhabbet” bir müze vitrininde rastlayabileceğimiz herhangi bir nesne olmaktan çıkıyor. Söyleşiyi bir karşılıklı konuşma trafiğinin ötesine geçirip muhabbete çeviren kibrit-i ahmer de bu zaten.

 

Modern zamanlardan bahseden pek çok metin ve konuşma dönüp dolaşıp zamanın bozulduğunu anlatmaya başlar. Ökten ve Sayar ise distopyaların dört bir yanımızı kuşattığı bir zamanda olaylara başka bir perspektiften yaklaşmayı deniyorlar. Ne kof bir iyimserlik ne de zehirli bir kötümserlik var onların bakışlarında. Onların muhabbetlerini sahici kılan bence büyük ölçüde konuşmalarının bu özelliğinden kaynaklanıyor.

 

“İnceliği, nezaketi, rikkati kaybettik”

 

Hep “ben” dedirten kendine bir “öteki” icat etmek zorunda olan insanın ahenksizliği kitabın temel temalarından biri. 

Ancak bir mesele listesi ile karşı karşıya değiliz. Sorunları art arda sıralayıp akıntıya teslim olmayı öneren insanlar değil Ökten ve Sayar. Kemal Sayar’ın şu sözleri kitabın karakteristiğini yansıtıyor: “Tarihin bekleme odasında mı bekleyeceğiz, yoksa aksiyona mı geçeceğiz? Şikâyet kültüründe insanı pasifize eden bir şey var. Sadece şikâyet ederek yaşayan insan serin bir gölgelikte kalıyor. Şikâyet nefsin bir tuzağı; kendinizi şikâyet ettiğiniz şeyden ayırıyorsunuz. Hâlbuki belki benim de kusurum var; bu mahallede, bu memlekette, bu toplumda eleştirdiğim şeyin bir parçası da benim. Şikâyet ederek kendimi temize çıkartıyorum ve problemleri başka insanların üzerine yıkıyorum. Durumu düzeltmek için hiçbir eylemde bulunmuyorum, bu çok konforlu bir alan. Ali Şeriati, ‘Konfor ruhun bataklığıdır,’ diyor. Aslında zihinsel konfor da öyle. Çilesizlik, ıstırap çekmeme, herhangi bir cehd içinde olmamak…

 

Bütün bunlar günümüz dünyasında zihinlerimize musallat olan hastalıklar gibi geliyor bana.” Kestirme çözümlerle veya kof sloganlarla günü, konuşmayı kurtaran kişiler de değiller öte yandan. “Mars’tan ışınlanmadık içinden geldiğimiz bir medeniyet var” ihtarında bulunuyorlar öncelikle. “İnceliği, nezaketi, rikkati” kaybetmekle neleri yitirdiğimizi anlatıyorlar. Mesela rikkati sadece mana olarak değil lafzen de yitirmiş durumdayız. Geri kazanabilir miyiz? Kelimeyi mumyalayıp teşhir vitrinine koymayı bir kazanım olarak görmediğimiz sürece neden olmasın?

 

Farklılıklar üzerinden ilerleyen muhabbet

 

Dünyaya Geldim Gitmeye’nin en azından benim açımdan bir başka dikkat çekici yanı ise diyaloğun taraflarının referans sisteminin ve referanslarına yaklaşımlarının farklılığı idi. Bunun bir sebebi Ökten ile Sayar arasındaki kuşak farkı da olabilir elbette. Tabii ki bu iki kişinin aldıkları eğitim, yetişme çevreleri, yaptıkları meslek farklı. Bundan dolayı da meseleleri ele alma tarzlarında dikkat çekici farklılıklar bulunuyor.

Elbette “ortak paydayı” göz ardı etmiyorum. Ancak benim açımdan muhabbeti muhabbet kılan ortak paydadan ziyade farklılıklara rağmen nezaketin, inceliğin zedelenmemesi. Hatta muhabbetin farklılıklar üzerinden ilerlemesi. Bir okur olarak iki taraf da birbirine talebe ve hocalık yapıyorlar. Sonuçta ortaya bir şölen çıkıyor. Lafla işgal edilen bir çağda söz şölenine misafir olmak beni fazlasıyla mutlu etti.

 

Kitabın bir özelliği de başka kitaplara, yazarlara, filmlere açtığı kapılar. Uzun bir okuma listesi görsek belki caydırıcı olabilirdi ama iki güzel insanın muhabbeti çerçevesinde anılan bu isimler, ister istemez o eserlere de ulaşma, göz atma isteği uyandırıyor. Ortega Y. Gasset’ten Niyazi Mısri’ye, Ayaşlı Şakir Efendi’den R. D. Laing’e açılan bir yelpazenin rüzgârını varın siz hesap edin. Ancak bu noktada editöryel açıdan yapmam gereken bir eleştiri de söz konusu. Keşke kitabın sonunda bir dizin yer alsaymış. Zira Kemal Sayar’ın ve Sadettin Ökten’in atıfta bulunduğu yazarların, kitapların, filmlerin isimlerini topluca görebilme imkânına sahip olmak isterdim doğrusu. Güzel bir kitap Dünyaya Geldim Gitme ye. Bir güzellik hevengi. Sözü Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın beyitiyle tamamlamak belki de en güzeli olur:

“Dünyaya geldim gitmeye, ilm ile hilme yetmeye

Aşk ile ân seyretmeye, ben în ü ânı neylerem.”

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.