İnsanoğlu hiç durmadan yayılan bir tür. Tarih öncesinde ve tarih boyunca bulunduğu her yeri kendisine tabi kılma konusunda büyük ısrar göstermiş. Dünyayı ele geçirme, kendine mal etme, içini dışına çıkarma, doğasını kontrol etme, paylaşma mücadelesini hiç durmadan vites artırarak sürdürüyor. Yeri geliyor birtakım insanlar diğer insanları da yönetmeye, tahakküm altına almaya başlıyor, yeri geliyor insanlar birbirleriyle savaşıyor.
Birkaç yüzyıl öncesine kadar insanoğlunun dünya üzerindeki tahakkümü ancak cirmi kadar olurken, Aydınlanma'yla birlikte birdenbire tahakkümün boyutları asimetrik olarak değişti. Bilimi şiar edinen insanoğlu zamanı, mekânı, doğayı, bitkiyi, hayvanı, insanı ve geri kalan her şeyi yönetebildiğini, değiştirebildiğini, yönlendirebildiğini fark etti. O gün bugündür dünyanın üzerindeki sayısını milyarlara ulaştırdı ve her geçen gün daha da çoğalıyor. İnsan açısından değil de bambaşka bir açıdan baktığınızda, ürpertici bir yayılmayla karşılaşmaktasınızdır.
"İnsanı odağa alan bir bakış açısı kullanıyorsanız, modernsinizdir"
Aydınlanmayla açılan bu döneme yaygın olarak modernlik deniyor. Uygarlık da deniyor, ancak kadim uygarlıkların varlıkları ve o uygarlık dönemlerinde insanın bu ölçüde dünyaya hükmetmemiş olması, bu kelimeyi kullanmaktan imtina etmeme yol açıyor. Modernlik de oldukça tartışmalı bir kavram, ancak şahsi olarak net bir kerteriz noktam var bu kavramda: Modern olmak hayatı insan gözünden ele almaktır, semavi bakış açısını işe karıştırmamaktır. Çıkış noktanız dini olabilir, inançla bakabilirsiniz hayata, ruhani yönünüz kuvvetli olabilir, ama dünyevi sorunlarla ilgilenirken insanı odağa alan bir bakış açısı kullanıyorsanız, modernsinizdir.
Son yıllarda, belki aymazlıkla belki de art niyetle oluşturulmuş bir modern/modern olmayan zıtlığının, aslında hayatı algılamakta önümüze çıkarılan bir engel olduğunu çok daha net görmekteyiz. İster kabul edelim, ister ayak direyelim, bir kere modern düşünce yayılmaya başladıktan sonra, insan hemen hemen her şeyi kendi çıkarı doğrultusunda manipüle etmek için bilimi eline aldıktan sonra, çalışmaya başlamış mekanizmanın durma ihtimali, kendi kendini yok etmesi haricinde, yok gibi gözüküyor.
Yok olmamak için çaba göstermesi de, insanoğlunun geliştirdiği modernliğin önemli veçhelerinden biri. Modern dönem boyunca yok etme kudretini fersah fersah geliştirmiş olsa bile insanoğlu, yok ettiği yerleri yeniden inşa etmeyi de göz ardı etmiyor. Hatta artık büyük ölçüde yeniden yapmak için yok etmeye başladığından da bahsedebiliriz. Bilimi kullanarak ortaya koyduğu teknolojik gelişmeler, bürokrasiler, yaşam alanları mutlak iyi değil, hatta çoğu zaman kötücül sonuçları olan uygarlık unsurları.
Endüstrisini geliştirirken doğasını yok eden, ihtiyaç olduğu enerjiyi edinmek isterken çevresini kirleten, sınırları aşmaya çalışırken kendisini yakan insanoğlu, aynı zamanda kendisini ve teknolojisini yenilemeyi de başarıyor. Hükmetmeye çalıştığı dünyanın kimi zaman can havliyle, kimi zaman doğal hareketleriyle ortaya çıkarttığı felaketlere maruz kalan insanoğlu, felaketin ertesinde büyük bir hırsla yeniden kalkınmaya, daha rafine bir modernliğe yöneliyor.
Karınca modernliği karşısında düşünümsel modernlik
Kişinin dünyanın hallerini düşünmesi, kişinin kendisini düşünmesi, kişiyi modern kılan bir özellik. İnsanların arasında kişi kimi zaman kendisini dahil etmeye çalıştığı bütünlerin zihniyetiyle düşünmeye çalışsa da, çoğu zaman kendi varlığını fark edip çıkarlarının aslında başka bir biçimde işlemekte olduğunu anlayabiliyor.
Düşünmeye başlıyor böylece, düşündükçe de uzun bir süre işin içinden çıkamıyor muhtemelen, ama yılmadan düşünmeye, bilgilenmeye, yaşamla ilgili veri toplamaya devam ettikçe tüm yaşam yeniden şekilleniyor gözünün önünde ve varlığını sürdürmesi için nasıl kendisini uyarlaması gerektiğini, neyin mücadelesini vermesinin doğru olacağını, asıl savunması gerekenlerin neler olacağını idrak etmeye başlıyor.
Kişi bireyleşiyor, bireyleşirken de hiyerarşiler otomatizmlerini yitiriyor, sorgulama ve yorumlama yetileri kazanmış kişilerle uzun vadede çok daha esnek, sağlıklı yapılar haline geliyorlar ve insanoğlu tür olarak varlığını bireylerinin kararları ve eylemleri üzerinden dünyaya yaymaya devam ediyor.
Bireyleşme aslında toplumu ortaya çıkarıyor. Modernliğin karınca versiyonunu hayal edenlerin gözden kaçırdığı genelde insanın potansiyelinin serbest bırakıldığında, kendini var ettikten sonra diğerleriyle bir araya geldiğinde artacağı detayı.
Herkesi birbirine benzeten bir torna mekanizması kurmanın, kısa vadede müthiş bir tiyatro gösterisi sergileyeceği aşikâr, ama uzun vadede değişikliklere karşı hiçbir uyum sağlayamayacak, katılaşmış bir mekanizma olarak topyekûn bir yıkıma sürükleyecek insanlığı. Koşulları belirleyebilmek, koşullara uygun yaşayabilmek adına insanoğlu kurduğu organizasyonları durmadan düşünüp yenileyerek hareket ettiği sürece, dünyaya verdiği zararı telafi etme ihtimali de bulunuyor.
Ancak ne zamanki insanların bir kısmı bir sebepten üzerlerine bindikleri dalı kesercesine dünyayı ve şeyleri sömürmeye koyulurlar, işte felaketlerin düzeneğini kendi elleriyle yerleştirmeye başlamışlar demektir. Son yıllarda depremlerin, tsunamilerin, fırtınaların, savaşların, otoriter yönetimlerle mücadele eden halk hareketlerinin yansıttığı felaket görüntüleri bu düzeneklerin nasıl işlediğini bize gösterdi ve göstermeye devam ediyor.
Geleceğe ışık tutan bazı çalışmalar
İnsanlığın ve dünyanın halleri üzerine düşünürken elimin altında karıştırdığım birkaç kitap var, saygın ama ismi çok fazla yaygın olmayan çağdaş sosyologların yapıtları. Her biri modernliğin ileri aşamalarını, insanoğlunun kimileri için çoktan geçilmiş ama pek çoğumuz için henüz rastlamakta olduğumuz kalkınma seviyelerini inceleyerek akademik kehanetlerde bulunan isimler bunlar.
(Ulrich Beck)
Yakın zamanda dilimizde İthaki Yayınları tarafından yayımlanmış olan Ulrich Beck’in Risk Toplumu – Başka Bir Modernliğe Doğru bunlardan biri. 1970’lerde Almanya’da kaleme alınmış bu yapıt, yukarıda kabaca bahsettiğim yaklaşımların müsebbibi. Sanayi toplumunun kendisi üzerinde düşünerek başka bir aşamaya geçtiğini, bunun da uygarlığın hesapta olmayan yanetkilerini hesaplayan ve düzeltmeye çalışan “risk toplumu” adıyla adlandırılmasının uygun olacağını söylüyor Beck. Fukuşima Nükleer Kazası sonrası dünyada ve nükleer susuzluğuyla nam salmış hükümetimizin idaresinde Beck’in yapıtı tüm karar vericiler tarafından okunması elzem bir yapıt.
Bir başka kallavi yapıtsa, 20. yüzyılın sonlarında ilk baskıları yapıldığında enformasyon toplumunun dört başı mamur bir analizini ortaya koymuş olan Manuel Castells’in Enformasyon Çağı üçlemesi. Bu üçleme İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından dilimizde de yayımlandı. Geçtiğimiz sene Castells kitaplarının üçüncü baskılarına birer önsöz yazarak, geçen zamanda bilişim toplumunun, kimlik mücadelelerinin ve dünyanın gidişatının güncellemesini de yaptı, kütüphanelerde rast gelirseniz asıl yapıtı okuduysanız bile bu önsözlere bir göz atın.
Modernlik kavramının kendi içinde nasıl değişeceğini ve çıkış noktasıyla güzergahına göre nasıl farklı yönlenebileceğini gösteren bir başka yapıt da Andrew Feenberg’den Alternative Modernity: The Technical Turn in Philosophy and Social Theory.
1995 yılında yazılmış yapıt, teknolojinin insanlar tarafından ele alınma biçimini ve teknoloji politikalarını inceliyor. Risk toplumu ve alternatif modernleşme üzerine kalem oynatmış önemli sosyologlardan biri de, Scott Lash.
Lash’in seksenlerin sonlarında Ulrich Beck’le aynı ekolojik hassasiyeti paylaşarak Risk Toplumu’nu incelediği yapıtlarını, doksanlarda Alternative Modernity, A Different Rationality ve yeni yüzyıldaki Critique of Information yapıtları takip etti ve henüz dilimize hiçbir yapıtı kazandırılmamış olan bu sosyolog, teknolojinin ve bilişimin riskleriyle birlikte ele alınarak değerlendirilmesi gerektiğini bize gösteriyor.
İnsanoğlunun zarar verdiklerini nasıl telafi edeceğini düşünmesi için kendisi, dünyası ve hayatı üzerinde çağdaşlarının gösterdikleri doğrultusunda okumalar yapmasında fayda çok. Ülkemizdeki düzenekleri belirleyenlere ışık tutabilirler.
Yeni yorum gönder