Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Edebiyat güncel sanatın neresinde?




Toplam oy: 647
Sanat hikaye anlatır. Destanlar da, mağara resimleri de hikaye anlatıyordu. 20. yüzyılda yükselişe geçen soyut ifade ve minimalizm, sanatı hikaye anlatıcılığından uzaklaştırdıysa da, çağdaş sanatın dönemin sosyal-politik meselelerine eğilen bir hal aldığı 90’ların başından itibaren, hikaye anlatma formu tekrar parladı. Çoğumuzun İstanbul Bienali sayesinde haberdar olduğu güncel sanatın disiplinlerarası oluşu da, ifade biçimlerini çoğaltarak sanatçıların kişisel anlatılarını daha kolay aktarmalarını sağlıyor. Anlatıya yönelik eğilim edebiyatla daha yoğun bir işbirliği ihtimalini de güçlendiriyor. Dijitale mahkumiyetimizin gitgide artacağı yakın gelecekte, sanatçılar ve edebiyatçılar yeni ifade olanakları bulacak mı, okurun algısı ve yorumlama süreci nasıl değişecek hep birlikte göreceğiz.

Sanat hikayeler anlatır. Masallardan, destanlara, mağara resimlerinden, İlkçağ heykellerine dek geriye gittiğimizde hem edebiyatta hem de görsel sanatlarda hikaye anlatma geleneğinin inanç, iktidar ve kahramanlık anlatılarının tasviriyle başladığını ve edebiyat ile görsel sanatların daima bir etkileşim içinde olduklarını söyleyebiliriz. İsa’nın dört öğretisini ve bunlara dair çizimleri içeren Kells Kitabı, Giotto’nun Dante gravürü, Rafael’in Antik Yunan filozoflarının metinlerinden ilham aldığı Atina Okulu freski, William Blake’in Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Düşü için yaptığı Oberon, Titania ve Puck’ı, Rodin’in Dante’nin Cehennem’ini tasvir ettiği Cehennemin Kapıları heykeli, Picasso’nun meşhur Don Quixote çizimi, Salvador Dali’nin Alice’in Harikalar Diyarındaki Maceraları’ndan ilhamla ürettiği bir dizi çizim ve resmi, Melville’in balinası için Tristin Lowe’ın Mocha Dick heykeli, A.S. Byatt’ın Matisse Öyküleri, Tracy Chevalier’nin Vermeer’in ayno adlı tablosundan yola çıkarak yazdığı İnci Küpeli Kız’ı, Arturo Perez- Reverte’nin Flaman Tablosu, Dan Brown’un Da Vinci Şifresi, Don DeLillo’nun performans sanatçısı karakteri Lauren Hartke’yle tanıştığımız Beden Sanatçısı, Donna Tartt’ın Carel Fabritius’un The Goldfinch tablosundan ilhamla yazdığı aynı adlı romanı, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’sı bir çırpıda akla geliverenler.

 

Platon’un Devlet’inde ve Aristo’nun Poetika’sında şiir ve resim analojisiyle temsiliyet ve taklit (mimesis) üzerinden başlayan edebiyat ve görsel sanatlar arasında bir ilişki kurma çabası, Horatius’un Ars Poetica metninde ortaya koyduğu “Ut Pictura Poesis” kavramıyla, hiyerarşik bir ilişki kurma çabasının ötesine geçerek ilk kez iki alanın ilişkisini tartışmaya açar. Temsiliyet bağlamında gelişen bu tartışma, Rönesans’ta gözle görülemeyecek olan görsel yapıtın ancak şiir dilinde var olabileceği fikriyle birlikte, şiirin üstünlüğü yargısını getirir. Fakat Rönesans’ın hemen ardından gelen Aydınlanma Çağı’yla yaşanan dönüşüm resim sanatını da etkilemiş, beraberinde getirdiği romantizm, klasizm, realizm gibi akımlar görsel imgenin ön plana çıkmasını sağlamıştır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte resim sanatındaki iki boyutlu imgelerin, önce sinema sanatı aracılığıyla yeni bir boyut kazanması, daha sonra televizyon vasıtasıyla çok geniş kitlelere ulaşabilmesi görsel kültürün egemenliğinin ilanıyla sonuçlanır.

 

Hangisi üstün?

 

 

Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler’de, “Dilin resimle olan bağlantısı sonsuz bir ilişkidir. Bunun nedeni, sözün yetersizliği ve görünenin karşısında kapatmaya boşuna uğraşacağı bir açığının olması değildir. Bunlar birbirine indirgenemez niteliktedir. Gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım, görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz ve söylenmekte olan imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığı ile istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer, gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımladığı yerdir,” diyerek herhangi bir üstünlük arayışının mümkün olamayacağını savunsa da; John Berger Görme Biçimleri’nde “Görme konuşmadan önce gelir,” diyerek görsel imgeyi baskın kabul eder.

 

Kitapla Hayal Etmek’te sözlü sanatların duyulara hitap eden içeriğin tamamını üretememesi sebebiyle, görsel sanatlara nazaran imgelem açısından daha zayıf olduğunu belirten Elaine Scarry, edebiyatın okurun zihninde imgeleri oluşturmasına yardımcı olan metin ve tahayyül ilişkisinden bahseder. 20. yüzyıla dek çoğunlukla imgelem ve izlenime bağlı olarak kurulan sanat ve edebiyat ilişkisi, bu yüzyılda yükselişe geçen soyut ifade ve minimalizmin sanatı hikaye anlatıcılığından uzaklaştırmasıyla biraz sekteye uğrar.

 

Görsel sanatların edebiyatla olan ilişkisini bir yana bırakıp güncel sanat-edebiyat ilişkisine odaklandığımızda etkileşimin biraz farklılaştığını görüyoruz. Çağdaş sanatın postmodernizmin etkisinden kurtulup içinde bulunduğu dönemin sosyal-politik meselelerine eğilen bir bir hal aldığı 90’ların başından itibaren, sanatın hikaye anlatma formunun tekrar parladığını söyleyebiliriz. Çoğumuzun İstanbul Bienali sayesinde haberdar olduğu güncel sanatın disiplinlerarası ve izleyiciyle ekileşimli oluşu, ifade biçimlerini çoğaltarak sanatçıların kimlik, cinsellik, felsefe, siyaset üzerine kurduğu kişisel anlatılarını daha kolay aktarmalarını sağlıyor. Rancière, Cahil Hoca kitabında toplumsal eşitliğin sağlanması için gereken özgürleştirici öğrenme/yorumlama pratiğinin sanattan geldiğini söyler. Zihinlerin eylemlerini anlatabilmek için kurduğu dil, eylemlerini anlatıya dönüştürerek paylaşması sanatın kendisidir. Rancière’nin tahayyül ettiği, herkesin sanatçı –yani anlatan ve/veya yorumlayan- olduğu eşit topluma ulaşma yolunda kılavuzumuz belli ki güncel sanat ve edebiyat olacak.

 

Güncel sanatın Türkçe edebiyattaki tezahürünü düşündüğümde ise aklıma yalnızca Kerem Eksen’in Buradayız romanından bir bölüm geliyor: “Öte yandan Onur’un yaptığı resimlerin hiçbirini beğenmiyordum. Bir fotoğrafı alıyor, rengiyle biraz oynayıp otuz-kırk derece kadar yana yatırıyor, üzerine bej ya da pembe renkte silik fırça darbeleri vuruyordu. Önce kendi çocukluk fotoğraflarıyla başladı işe, sonra 40’lı yılların İstanbul fotoğraflarına geçti, ardından sıra Ayhan Işık fotoğraflarına geldi. Derken bu Ayhan Işıklı versiyonun altına dolambaçlı bir yazı döşeyip Kadıköy’de düzenlenen bir kolektif sergiye katıldı. Onur, dedim ona, Onur anlat bana, nedir bunlar? Bana yamuk bakmanın güzelliğinden, radikalliğinden, Zizek’ten bahsetti. Tamam Zizek’ten pek anlamam, ama bunu kastediyor olamazdı bence. Yahu deli misin, dedi Onur (bu lafı çok kullanıyordu bir süredir), deli misin sen, sonuçta burada Zizek dersi vermeye çalışmıyorum ki ben, yani sonuçta Zizek’e rağmen olacaksa da bu, Zizek’e rağmen olur, sanat yapıtı olarak düşünürsek algımız değişir ve bu bile yamuk bakmaktır. Evet, diyordum bir yerden sonra, evet Onur.” Toplumun çoğunluğunun güncel sanata bakışını birebir yansıtan bu alıntı, aynı zamanda güncel sanatın neden edebiyata bir türlü sızamadığının ipuçlarını da barındırıyor. Sürekli bir izleme pratiği gerektiren ve yoruma açık olan güncel sanat, günümüzdeki Türk edebiyatında maalesef yer bulamıyor. Bunun sebeplerinden biri şimdilerde -bilhassa öyküde- metinlerarası ilişki kurmak, yeni anlatım teknikleri aramak ve anlatıcı kimliğine kafa yormak yerine, makbul sayılan kişisel hayatlardan türetilen hikayeleri "anlatıvermek" furyasıdır elbette. İlginç, okuru yakalayabilecek bir hikaye bulmanın, neredeyse hikayenin nasıl anlatıldığından daha önemli hâle geldiği bu dönemde üretilen edebiyat yapıtlarında sanatlararası bir etkileşimden bahsetmek nadiren mümkün oluyor. Yine de iyimser davranarak "güncel edebiyat"a katkı veren yazarların çoğunun seksen ve sonrası kuşaklar olduğunu düşündüğümüzde; darbenin yerle bir ettiği kültürel atmosferden belki de ancak kurtulduğumuzu düşünmek ve kendi alanlarına hapsolmuş edebiyat ve görsel sanatlardaki bu kişisel anlatıların bir noktada kesişeceğini varsaymak mümkün. 

 

Dünya edebiyatında ise güncel sanatın kalıcılığından henüz emin olamadığımız ama okuma pratiğini geliştiren etkilerinden söz edebiliriz. Teori ve kurmacanın içiçe geçtiği ve “melez roman” [hybrid novel] olarak adlandırılan tür, kavramsal sanatının güncel sanatta yer bulmuş hali, yeni bir ifade biçimi olarak karşımıza çıkıyor. İranlı felsefeci Reza Negarestani’nin 2008 yılında yayımlanan, bir arkeoloğun petrolün okült güçlerini Deleuzcü kavramlara dayanarak araştırdığı korku ve bilimkurguya yakın duran romanı Cyclonopedia, 2009 yılında Artforum dergisince yılın en iyi romanlarından biri seçildiğinde bunu bir edebiyat yapıtı olarak mı, yoksa siyasi ve felsefi ögeler barındıran edebi bir performans olarak mı adlandırmak gerektiği epeyce konuşulmuştu. Lydia Liu’nun, Nabokov’un izini süren akademisyen anlatıcısının başrolde olduğu The Nesbit Code ise belki de romandan ziyade kelimelerin ve fikirlerin serbest dolaşımından yola çıkarak kültürlerarası değişimin haritasını çizme çabası olarak görülebilir. Bienalin sıkı takipçilerinin 13. İstanbul Bienali’nden hatırlayacağı Goldin+Senneby’nin 2007 yılında başladığı Looking for Headless projesi içinse sanırım yeni bir edebi tür icat etmek gerek. İkilinin finans-sanat ilişkisini sorgulamak amacıyla kurdukları kavramsal çerçevenin omurgası tamamen polisiye edebiyata dayanıyor. Kurmaca yazar K.D.’nin dilinden anlatılan öyküde, Simon Goldin ve Jakob Senneby adlı iki sanatçının Bahamalar’da kurulmuş vergiden muaf bir şirket olan Headless Ltd.’i araştırmak için işbirliği yaptıkları hayalet yazar John Barlow’la birlikte Fransız felsefeci Georges Bataille’la bağlantısı bulunan Acephale adlı gizli bir örgütü keşfetmeleriyle başlayan ve kurmaca ile gerçeklik arasında gidip gelen hikâye, mükemmel bir polisiye kurguyla aktarılıyor. Bu yılın başında Sternberg Press’in ucuz polisiye romanlara benzer bir tasarımla cep kitabı boyutunda yayımladığı Headless’ı, sanatçılardan ve Headless Ltd. projesinden hiç haberi olmayan polisiye meraklısı bir okur da memnuniyetle okuyabilir. 

 

David Copperfield'ın adımları

 

 

2000’lerin ortalarından itibaren telaffuz edilmeye başlanan “neo-narration”, asıl derdi hikaye anlatmak olan, sanatçının bir anlamda yazar kimliğine büründüğü, kendi kurgusunun yazarına dönüştüğü ve kurduğu/yarattığı hikayenin de –genellikle üretim süreciyle birlikte- sanat yapıtının kendisini oluşturduğu yeni bir ifade biçimi. Güncel sanat ile edebiyatı yakınlaştıran, sanat yapıtını edebiyatın kıvrımlarında konumlandıran yeni bir olanak olarak görülebilir, zira her iki durumda da kompozisyon birbirine benzer özellikler göstermektedir: Dil, olay, zaman ve mekanın birbirine bağlı bileşenleri.

 

Örneğin İngiliz sanatçı Spartacus Chetwynd’in kendisine eşlik eden Viktoryen kostümlere bürünmüş bir grupla birlikte Londra’dan Dover’a yürüyerek gerçekleştirdiği performans, Charles Dickens’ın kahramanı David Copperfield’ın kurgusal adımlarını takip eden bir sanat yapıtıdır. Bu topluluğun yol maceralarının kurgulanmamış kayıtları, anlatı üzerine kurulan anlatıyı ve sanat işinin kendisini oluşturur. Benzer bir örnek, Aslı Çavuşoğlu’nun Bruce Chatwin’in Ardından Patagonya’da adlı "sanatçı kitabı." Chatwin’in Patagonya’da kitabını kendisine kılavuz olarak seçen Aslı Çavuşoğlu, yazarın 1978 yılındaki seyahatini yirmi yıl sonra harfiyen tekrarlayarak kişisel deneyimini yaratır. 2008 yılında Patagonya’ya gittiğinde, Chatwin’le aynı ulaşım yöntemlerini kullanıp aynı insanlarla konuşmaya çalışır, kitapta bahsi geçen yerleri ziyaret eder, bu deneyimini bir kitap vasıtasıyla izleyiciye/okura aktarır. Sonuçta ortaya çıkan kitap, gezi yazısından ziyade sanat yapıtıdır.

 

Güncel sanatın ifade olanaklarıyla edebiyatın ifade olanaklarını mukayese edebilmek, sanatçının ve yazarın bakış açılarını kıyaslayarak gözlemleyebilmek için Guggenheim’da Haziran-Eylül 2015 aylarında düzenlenen Storylines sergisi uygun bir örnek. Bu sergiye davet edilen otuz yazardan sergilenen işlerden birini seçerek onun hakkında ya da ondan ilhamla kurmaca metinler yazmaları istendi. Yazarların sanat yapıtlarına dair üretimlerinin internet sitesi ya da bir aplikasyon aracılığıyla ulaşılabildiği sergide, bazı yazarlar yazdıkları metni seçtikleri eserin önünde okuyarak performans gerçekleştirdiler. Müzenin yöneticisi Nancy Spector, güncel sanatın sınırlanmamış üretim alanını ve öznelliğini vurgulamak amacıyla sergiye yazarları davet ettiklerini söylüyor. Sanatçıların kendi üsluplarınca anlattıkları, bazılarının bilindik olanı yeni bir dille aktardıkları hikayeleri bir de yazarlardan dinlemek, izleyicinin salt seyircilik konumundan sıyrılıp yorumlayıcı konumuna geçmesini ve daha aktif hale gelmesini sağlıyor. Metinlerarası bir okuma yapmak durumunda kalan izleyici, ister istemez satır aralarında gezinip yeni yorumcu kimliğiyle hikayelerin katmanlarını açmak zorunda bırakılıyor.

 

Yazarların üretimlerine baktığımızda -belki de buna yorumları demeliyiz-, bazılarının kendi üsluplarından ödün vermediklerini, bazılarınınsa alıştığımız anlatım tekniklerinin epey dışına çıktıklarını görüyoruz. Pek çoğu, yapıttan kendilerine geçen hikayeyi bir tercüman gibi, kendi dillerinde okura aktarıyorlar: Jeannette Winterson, Haegue Yang’ın Series of Vulnerable Arrangements—Voice and Wind (2009) adlı alüminyum panjurlar, vantilatörler ve oda parfümlerinden oluşan enstalasyonu için yazdığı metinde, doğrudan sanat yapıtıyla ilişki kurup, panjurların aklına düşürdüğü ev/evsizlik fikrinden yola çıkarak içinde bulunduğumuz zamanı sorguluyor; buna yapıtın eleştirel bir okuması da diyebiliriz. Felix Gonzalez-Torres’in Untitled (Golden) (1995) adlı boncuklu perde enstalasyonu için John Banville’in yazdığı kısa öyküde ise, yazarın enstalasyonu metne dahil edip işi ve ona dair yorumunu anlatısının bir parçası olarak kullandığını görüyoruz. Neil Gaiman, Natascha Sadr Haghighian’ın ticari bir sanat fuarından aldığı münasebetsiz bir davet üzerine yaptığı ve emek-sermaye ilişkisini sorguladığı, duvara çekiçle çaktığı çivilerle yazdığı “I can't work like this” (2007) enstalasyonunu seçmiş. Gaiman aynı adlı şiirinde işin yorumundan ziyade kendisinde bıraktığı izi, uyandırdığı boşluk ve geçicilik duygusunu aktarmış. Zoe Leonard’ın hayatının her yılı için yeni bir bavul eklemeye devam ettiği 1961 (2002-) adlı işine istinaden Helen DeWitt’in her bavulun sahibini kısaca anlattığı mikro öyküleri adeta işin bir parçası gibi, toplamda çift katmanlı bir kurguya ulaşmış. Atocha’dan Ayrılış kitabıyla tanıdığımız Ben Lerner, Gabriel Orozco’nun sıradan malzemelerin şiirsel görüntülerinden oluşan doğa-gündelik hayat-kültür üçgeni üzerine kurduğu Astroturf Constellation (2012) fotomontajını hayali bir gelecekteki hayali bir müzeye taşıyarak kendi kurgusundaki katalogda bu yapıtın tanıtım yazısını yazmış. 

 

Güncel sanattaki anlatıya yönelik eğilim edebiyatla daha yoğun bir etkileşim hatta işbirliği ihtimalini güçlendiriyor. Teknolojinin günümüzdeki olanakları üretim sürecini hızlandırmakla birlikte belki de kolaylaştırıyor. Sosyal medyanın hem edebi eserlerin hem de güncel sanat yapıtlarının üretimi, yorumlanması ve yayılması için uygun bir mecra olması kolektif çalışmalara ve daha geniş izleyiciye ulaşmaya yardımcı olurken, bir yandan da edebi ve sanatsal dili ve anlatı tekniklerini dönüştürüyor şüphesiz. Dijitale mahkumiyetimizin gitgide artacağı yakın gelecekte bu sanatçılara ve edebiyatçılara yeni ifade olanakları sağlar mı, okurun algısını ve yorumlama sürecini nasıl etkiler ve değiştirir göreceğiz.

 

 

 


 

 

Dosya eki // Çocuklar için İstanbul bienalleri

 

A. Hıdır Eligüzel - Yağız Alp Tangün

 


 

Süreyyya Evren ile Bige Örer’in hazırladığı ve çizimleri M. K. Peker tarafından yapılan Zaman Makinesi ile Renkli Bir Gezinti: Çocuklar İçin İstanbul Bienalleri kitabını henüz okumayanlar için söylemekte yarar var; bu gezinti biraz baş döndürebilir, hatta kitap elinizde dönüp dururken kendinizi güncel sanat girdabına kapılmış halde bulabilirsiniz! 

 

Kitap, 1987 yılından itibaren gerçekleşen İstanbul bienallerini tanıtıyor. Başlıkta “çocuklar için” ifadesi yer alıyor olabilir ama kitabı elinize almaktan çekinmeyin. Kitap yetişkinler için de bienalleri ve güncel sanata dair eserleri başlangıç düzeyinde tanıtıyor. Aslında bu karşılaşmanın ebeveynler için geç, çocuklar için ilk olması sanata ve bienallere dönük uzaklığın ortak olduğunu gösteriyor. Evren ve Örer söz konusu buluşmanın hemen şimdi gerçekleşmesinden yana; sanat eksenli bir aktiviteye ailece gitme fikrini aklımıza sokup aradan çekiliyorlar ama uygun koşulları sağlamak için metinler aracılığıyla çocuklarla iletişime geçmekten de geri durmuyorlar. 

 

Zaman makinesini çalıştıran soru kitabın en başında sorulmuş: “Anne, hangi bienalden başlıyoruz?” Gezintimizin ilk durağı, 2013 yılında gerçekleşen –37 günde 337 bin 429 ziyaretçinin katıldığı– 13. İstanbul Bienali. 1987 yılında gerçeleşen ilk bienalin 52 gün sürdüğü ve 10 bin ziyaretçi ile gerçekleştiğini anımsadığımızda, artık İstanbul’un bienali benimsediğini söylemek mümkün. 2013’ten geriye 1987 yılındaki ilk bienale doğru ilerleyen zaman yolculuğumuzda, zaman makinemiz birbirinden ilginç mekanlarda durarak her bienali seçilmiş eserlerle anlatıyor. Ancak, zaman makinesine binip bir önceki bienale gitmeden önce “Sıra sende” bölümündeki eseri yapmak renkli yolculuğumuz için çok önemli. Oldukça keyifli olan “Sıra sende” kısımlarına kimi zaman evinizin krokisini çizebilir ya da gün içinde uyandıktan sonraki adımlarınızı renkli kalemlerle işaretleyip eksik sayfaları doldurarak, bienallere sadece sizlerin bildiği eserler bırakabilirsiniz! Ya da hemen sanat eserinizi anlatan mini bir açıklamayı fotoğrafıyla birlikte Evren ve Örer’e iletebilirsiniz. Sanatı çocukların organize ettiği, katıldığı bir oyun gibi düşleme fırsatını kitabın hemen hemen her sayfasında görmek mümkün: Zaman Makinesi ile Renkli Bir Gezinti, bizi 2013 yılındaki bienale, İnci Eviner’in Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt işine götürmekle yetinmiyor aynı zamanda okuyucuya –Saklambacı sokakta oynayabilmiş yetişkinlere de– “Burada saklambaç oynasaydınız nereye saklanırdınız?” diye soruyor. Saklambaç oynamak için akşam saatlerini ve sokakları beklemeye gerek kalmıyor artık. Sergi salonları saklambaç oynamak için de uygun gözüküyor. 

 

Carolyn Christov-Bakargiev kuratörlüğünde 5 Eylül’de başlayan ve 1 Kasım’a kadar ücretsiz gezilebilecek olan 14. İstanbul Bienali ise şehre dalga dalga yayılıyor. “Tuzlu Su: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori” başlığıyla bienal eserlerini görmek için müzeler, sergi salonları gibi alışılmış yerlerin yanında tekneler, oteller, eski bankalar, otoparklar, bahçeler, okullar, dükkanlar duraklarımızı oluşturuyor. Şimdi zaman makinesine atlayıp hep beraber şehrin ve bienalin gizemlerini gün ışığına çıkaralım. Bienali gezerken tüm bunların hazırlanmasında katkıları bulunan bienal çalışanlarına da birer teşekkür etmeyi unutmayalım.

 

 


 

 

* Görseller: (sırasıyla) Mert Tugen, Tayfun Pekdemir, Elif Demir

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.