Öyle çok uzaklara gitmeye ya da çok eski zamanlara dönmeye gerek yok gibi görünüyor. Hemen yanı başımızda, belki de karşı komşumuzda, hatta üzerinde yaşadığımız topraklara komşu topraklarda, kimi zaman ev içlerinde ya da evimiz dediğimiz Dünya’da –yalnızca yakın zaman içinde bile– yaşananları düşündüğümüzde... “Belki de bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir,” sözüne hak vermemek enikonu zorlaşıyor.
Aldous Huxley’ye atfedilen bu sözü, Hakan Bıçakcı, 2010 yılında yayımlanan Karanlık Oda isimli romanında epigraf olarak kullanmıştı. Epigrafların, çoğu zaman, eserini okuduğumuz yazarların “okumalarına” dair ipuçları olduklarını kabul etmek için çokça örnek var elimizde. Dolayısıyla buradan yola çıkarak, Bıçakcı’nın da, Huxley’in yakın okurlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Hatta Karanlık Oda romanında, söz konusu epigraf olmasaydı bile, şu cümlelerde Huxley etkilerini hissetmek mümkün: “Kalabalık üreten bir yeraltı fabrikası gibi çalışıyordu metro. Tavandan sarkan paslı tüplerden, hareket halindeki siyah bandın üzerine düzenli aralıklarla et parçaları sıkılıyor, üzerlerine biraz kıl serpiştiriliyor ve bu karışım farklı renklerdeki kumaş parçalarıyla çevrilip bandın üzerinde ilerleyerek sırayla gün ışığına çıkıyordu. Farklı kombinasyonlardaki et, kıl ve kumaş karışımları caddeye doğru ilerliyordu.” (Karanlık Oda, İletişim Yayınları, s. 125) İşte bu distopik öğelerle zenginleştirilmiş Fordist üretim manzarası, akla ilk olarak Aldous Huxley’yi ve hiç kuşkusuz onun Cesur Yeni Dünya isimli romanını getirecektir. Ne de olsa “Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi”nin anlatımıyla başlar Cesur Yeni Dünya, çok yavaş hareket eden bir bant üzerinde denetimli bir toplum üretimi vardır. Ve hikaye “F.S. 632”de, yani “Ford’dan sonra 632 yılı”nda geçmektedir... Bütün bunların ötesinde, SabitFikir sayfalarında, doğrudan “itiraf” da ediyor Hakan Bıçakcı: “Distopya türüne hep ilgi duymuşumdur; korku türüne duyduğum ilginin bir alt başlığı olarak belki de.”
"Yaşadığımız hayat bir distopyaya ne kadar benziyor?"
SabitFikir’in bu ayki sayısının dosya konusunu kaleme alan Hakan Bıçakcı, “Hayatımız Distopya” başlığı altında yalnızca Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sını değil, 20. yüzyıl ütopya-distopya geleneğinin diğer köşetaşlarını da (George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünü ve Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’ini) didikleyerek, daha da önemlisi sistematik bir yaklaşımla günümüzle kıyaslayarak, “Yaşadığımız hayat bir distopyaya ne kadar benziyor?” sorusunu cevaplandırmaya çalışıyor: “Distopyalar bireyin özel hayatının ortadan kaldırılmasından duyulan dehşet üzerine kurulu. Özel hayat tedavülden kaldırılıyor ve otorite, kişiler arasındaki sadakati kırarak yalnızca devlete olan karşılıksız itaati garanti altına alıyor. Kamusal ile kişisel alanlar arasındaki sınır çizgisi yok ediliyor. Son zamanlarda iyice alevlenen ‘hayat tarzına müdahale’ tartışmaları da bu bağlamda distopya okumalarının alanına giriyor.”
Üstelik dosya yazısı, tam da bir distopyaya yakışır biçimde, başladığı yerde sonlanıyor; en baştaki soru, yavaş yavaş cevaba dönüşüveriyor...
* Görsel: Furkan Nuka Birgün
Yeni yorum gönder