Kent meselesi çoktandır gündemimizde. AB’nin yayımladığı son ilerleme raporunun ilk kez kültürel miras konusuna geniş yer ayırması boşuna değil. Raporda özellikle kültürel mirası korumaya yönelik ciddi adımların atılması gerektiği ve kamuya karşı şeffaf bir süreç yürütülmesinin şart olduğundan bahsediliyor. Kentlerimizde bir şeyler oluyor. Peki nasıl bu hale geldik?
Türkiye’nin ekonomi temelli yürüyen kültürel politikalarında, kültürel belleği korumaya yönelik unsurlar hep geri planda kalır. Sinemaya gitme ya da bir sergi gezme arzunuzu “birtakım kıllıklar, gereksizlikler” olarak gören ve onun hayatının akışına temas etmediği sürece bu tip aktiviteleri yapmanıza ancak “müsaade eden” bir baba gibi görev görüyor devlet kültürel politikalar hususunda. Sizin sanatla temas etme ihtiyacınız bu babanın hayatının akışına -para kazanmak gibi çok önemli bir damara mesela- müdahale etmezse, kafanıza göre takılabilirsiniz. Ederse eğer, sizin varlığınızdan pek de söz edilemez. Bir böcek gibi ezilirsiniz. Durumu Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle açıklamaya çalışanlar da olacaktır. Mesela AB’nin kültür meselesini neden trilyonlarca yatırım yapılan olmazsa olmaz bir alan olarak gördüğünü ama Türkiye’de bu konuda doğru düzgün hiçbir inisiyatifin olmadığını ekonomik gelişmişlikle de açıklayabilirdik elbette. Ancak sanıyorum AKP döneminin ekonomik gelişimi ile kültürel gelişiminin paralel bir evrim geçirmemesi, bu iddiayı daha ortaya atmadan çürütebilir.
Devletin, hükümetlerimizin, anlayışsız babanın fark edemediği şu: “Kültür” ne ol dediğinizde olacak ne de parayla satın alınabilecek bir şeydir: Devlet hanesinde algılandığı üzere “kültür ve turizm,” anaakım medyada algılandığı üzere “kültür ve eğlence” kavramlarını da yan yana hiç de öyle kolay koyamazsınız. Kültürel belleği sahada ter döken bir arkeoloğun minik fırçasında, bir romancının başyapıtını yazdığı odada aramak gerekir, 2014’te İstanbul’da inşa edilecek barok bir binanın işlemeli duvarlarında değil.
Edebiyatçıyı Anmak
Biz bu ay biraz bu kültürel miras meselesine değiniyoruz kapak yazımızda. Ancak bu geniş meselenin bir ucundan tutacağız yalnızca: Edebiyatçılarımızı yaşadıkları kentlerde, muhitlerde, binalarda anmayı, yaşatmayı becerebiliyor muyuz? Gözde Demirel’in yazısında vardığı kanı, Türkiye’de edebiyatçıların mirasını koruyamadığımız yönünde. “St. Petersburg’da elinizde Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, kitapta Raskolnikof’un bulunduğu bütün mekanları gezebilirsiniz. Ya da Dublin’de James Joyce rotalarında; elinizde bu sefer bir harita, Ulysses’in ya da Dublinliler’in izini sürebilirsiniz,” diyor Demirel. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın özellikle Edebiyat Müze Kütüphaneleri Projesi’ni olumlu bulduğunu söylüyor ve Bursa Cezaevi’nden Markiz Pastanesi’ne, Narmanlı Han’dan Bodrum’da Halikarnas Balıkçısı’nın her gün uğradığı Azmakbaşı Kahvesi’ne kadar çok sayıda mekana dair öneriler getiriyor. Ülkenin gidişatı bu önerilerin bir süre daha gerçeğe dönemeyeceğinin kanıtı, ama biz yine de düşünmekten geri kalmıyoruz. Babamız hele işten bir gelsin, karnını doyursun, arkadaşlarıyla takılsın; sonra sıra bizim “birtakım gereksizliklerimize” gelecek. Bekliyoruz.
Yeni yorum gönder