Bazı anlarda öyleymiş gibi gelebilir; ama adaleti, insanca yaşamayı savunan öyle çok sayıda insan yok dünyada. Türkiye’de de durum farklı değil. Bir turnusol kağıdı olarak Suriyeli mülteciler meselesini ele alabiliriz. Gazze’den gelen gözü yaşlı çocuk fotoğraflarına yüreği burkulan, insanlığın düştüğü hallere söven internet arkadaşınız, kısa süre sonra Suriyeli mültecilerin ülkelerine yollanması gerektiğini, toplumun huzurunu bozduklarını, nasıl olup da ülkelerindeki mücadeleyi terk ettiklerini anlayamadığını da yazabilir. Ama nasıl olur! Az önce birlikte, insanca yaşamayı savunduğunuz insan, şimdi adeta bir nefret makinasına dönüşmüş durumda? Bu çifte standart durumunu anlamak için yeterli olmaz ama mutlaka işimize yarayacaktır; bu ay kapağımızda mülteciler, özellikle de Suriyeli mülteciler var. 13melek, “Mültecinin evi” yazısında Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin genel bir tablosunu çiziyor. Dosyanın tamamlayıcısı olan “Kara kaplı atlas” başlıklı yazıda Müge Karahan ise, sığınmacılığın düşündürdüğü edebi durumlara göz atıyor. Ayşe Çavdar’ın Ürdün’den taze taze göçmen izlenimlerini aktardığı Edebiyatdışı yazısı ise, Ortadoğu’nun sığınmacılık sorununu daha geniş bir açıdan görmeyi sağlıyor.
Nefret, zeminini arıyor
Ben özellikle “mülteci” diyorum, ancak ülkemizde Suriyeli sığınmacıların henüz “misafir”likten başka bir statüsü yok. Üstelik misafirlik bir resmi statü bile değil, bir TC icadı. Misafirlik statüsünün altında ise, elbette buraları terk edecekleri, birkaç yıl sonra Suriye’ye dönecekleri beklentisi var. Suriye’de savaş durumunun ne zaman sonlanacağı, savaş sonrası rejimin ne olacağı belli değil. Bu şartlar altında ülkemizdeki bu “yatılı misafirler” için hâlâ uzun soluklu ve kalıcı entegrasyon projeleri üretmemek, gelecekte büyük bir toplumsal fatura sunacaktır sunmasına, ama o kadar uzağa gitmeye gerek yok; bugün ülkenin dört bir tarafında Suriyeli mültecilere karşı olumsuz bir bakışın ürediğini, geliştiğini, budaklandığını söyleyebiliriz. Havadaki nefret kokusu, kendine zemin arıyor. Savunmasız ve acil ihtiyacı olan Suriyelilere daha pahalıya kiralayabildiği için ev kiralarını artıran uyanık ev sahiplerine çıkarılması gereken fatura da mültecilere çıkarılıyor; rayiçinden fatura kesmek yerine, sigortasız ve neredeyse yarı fiyatına Suriyeli işçi çalıştıran ve böylece Türkiyelilerin iş olanaklarını düşüren kurnaz iş sahiplerine kızması gereken de Suriyelilere kızıyor. Tam bu noktada bu ay dosya konumuzu kaleme alan 13melek’in göçmenlik sorununun bir sınıf sorunu olduğu yönündeki tespitini hatırlatmakta fayda var: “Emek sömürüsü sadece Suriyeli değil, Türkiyeli işçileri de etkilemekte. .... Topluca bir köleleştirme söz konusu. Aslında Suriyeli ve Türkiyeli işçiler aynı sınıfın parçası, ancak sınıf dayanışması bugüne kadar akla bile gelmeyen bir ihtimal. Sınıf sorununu unutturmak için her seferinde tedavüle sokulan milliyetçilik gibi suni çatlaklar yoksulların arasına nefret tohumları ekiyor. Öyle ki, Suriyeliler için, 'Madem o kadar onurlularsa ülkelerinde savaşıp ölselerdi,' diyenler bile mevcut.”
Kimbilir, evin ne demek olduğunu hatırlamak için belki de önce evin ne demek olduğunu unutmak gerekiyordur.
Son yazı
Bu, Editörden köşesinde yazdığım son yazı. SabitFikir’in kuruluşundan bu yana devam ettirdiğim yayın yönetmenliği görevimi çok sevdiğim çalışma arkadaşım Ceyhan Usanmaz’a devrediyorum. Ancak SabitFikir ile yollarımız ayrılmıyor, bundan böyle başka biçimlerde bu sayfalarda buluşmaya devam edeceğiz. Bu vesileyle, derginin zor kuruluş günlerinden bugüne dek, bu sayfalarda doğrudan ya da dolaylı emeği geçmiş herkese çok, çok, çok teşekkürler!
* Görsel: Mert Tugen
>>> Mültecinin evi
>>> Kara kaplı atlas
Yeni yorum gönder