Geçen yıl tam bu zamanlardı, ülkede deyim yerindeyse tüm taşların yerinden oynayacağı bir döneme girdik. Memleketin en simgesel, en kalabalık meydanlarından biri olan Taksim’in minik ve hadi kabul edelim biraz da atıl olan tek parkı Gezi, artık hiç kimse için sadece bir park değil. Yiten onca can, polis- AKP- protesto ekseninde tüm ülkenin girdiği amansız mücadele, son derece kutuplaşan siyasi söylemin yanı sıra muhalefette birleşen farklı siyasi gruplar, politize olan genç nesil ve tekrar filizlenen eylem kültürü, başta Brezilya olmak üzere etkilenen onca halk isyanı ve kazanılan bir park... Soyutlamayı bir kenara bırakırsak, elimizde kalan az çok bunlar.
Gezi’nin başarılı olup olmadığı, üzerinde hiçbir zaman uzlaşılamayacak bir tartışma olsa gerek. Gezi’nin siyasi temsilde birleşememesi ve muhalefet ettiği AKP’ye ardından gelen seçimlerde görünürde herhangi bir zarar verememiş olması kimileri için başarısız bir tabloya işaret eden yeterli veriler. Gelgelelim, tarihin hiçbir zaman sadece meclislerde yazılmadığından ve toplumsal dinamiklerin böyle excel dosyalarıyla hesaplanmayacak kadar karmaşık olduğundan yola çıkacak olursak, kayıp- kazanç tabloları hakkında net konuşmak zor. Üstelik, üzerinde henüz uzlaşılamayan bir mesele de, Gezi’nin bir dönemin başlangıcı mı, yoksa epeydir nüvelenen bir toplumsal haletiruhiyenin bir sonucu mu olduğu.
Bu bakış, Gezi ile edebiyatın nasıl bir diyalog kuracağı sorusunu sorarken de mühim. Bu ayki kapak konumuzda, yıldönümü vesilesiyle sorduğumuz bu sorunun tıpkı “Gezi’nin başarısı” hususunda olduğu gibi, tam bir yanıtı olmayacağının bilincindeyiz. Kapak konumuzu kaleme alan Ahmet Ergenç’in de dikkati çektiği gibi, “Gerçek edebiyatın ortaya çıkması için bu büyük sarsıntının üzerinden bir vakit geçmesi gerektiğinde hemen herkes hemfikir.” Dosyada bu “bir vakit”in nasıl yorumlanabileceği üzerine de fikir geliştirme yolları aranıyor: Gezi’nin kısmi yansımasının yer aldığı romanlardan (Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi ya da Necati Tosuner’in Korkağın Türküsü) bahseden Ergenç, Marquez’in “sağlam edebiyat siyasi ‘olay’a ön kapıdan değil, edebiyat dolayımıyla, edebiyatın aygıtlarını kuşanarak ‘arka kapı’dan girmelidir,” mealindeki bir sözünü alıntılıyor ve burada sorduğumuz soru için biraz erken olabileceğini, alacağımız cevapların da ister istemez “ön” kapının eserleri olabileceğini söylüyor. 12 Mart’ı Füruzan ya da Sevgi Soysal’dan, 12 Eylül’ü Bilge Karasu ya da Latife Tekin’den okuduk okumasına, ancak 12 Mart ya da 12 Eylül edebiyatı külliyatının oluşması için aradan yıllar geçmesi gerekmişti. Peki Gezi’yi kimden okuyabiliriz? Ergenç bu konuda da birkaç isim gündeme getiriyor. Üstelik, kimin yazacağı kadar önemli olan bir soru ise Gezi’nin kendine has, eski politik dilin “kahrolsun/ yaşasın”larla örülü tekdüzeliğini yıkan, iktidarla ve dahi kendisiyle alay edebilen, edebiyat ve felsefeden beslenen, çok katmanlı dilinin edebiyata nasıl yansıyacağı.
“Türkiye gibi büyük toplumsal travmalarla dolu olan ve resmi tarihin bu travmaları örtbas etmekle, hüsnütabirlere bürümekle, yok saymakla meşgul olduğu bir ülkede”, “politik roman” ya da “tanıklık edebiyatı” büyük bir boşluğu doldurduğu için büyük önem taşıyor. İnternetin, aceleci yayın piyasasının ve politika ile gelgitli bir ilişki kuran edebiyatımızın ortaya nasıl bir Gezi edebiyatı çıkaracağını hep birlikte göreceğiz; vaktin geçtiği yanılgısına kapılmayalım, ön kapı da arka kapı da her zaman açık.
Yeni yorum gönder