Eğer o “kötü” dediğimiz insanın şartlarına doğsaydık, onun kötülüklerinin hiçbirini mi yapmayacaktık yani? Nedenler ve sonuçlar arasında bir araç olan “insan”a niçin böyle öfkeliyiz? Eğri tarafını düzeltmek için “kötülük” yapıyorsa birisi (yani ona “napıyorsun” dersen cevabı “düzeltiyorum” olacaksa eğer) kötü ile iyinin arasındaki mesafe gerçekten nedir? Mutlak iyi veya kötü, var mı? Hem o çok sevdiğimiz “iyi”nin kötüye öyle bir ihtiyacı var ki... Kendinin ne olduğunu bilebilmek için. Öyle ya, “uzun” olmadan kısaya nasıl “kısa” deriz? Siyah olmadan beyazın anlamı gerçekten var mı? Bir ayna onu kullanan biri olmadığı sürece ne işe yarar?
İyilik ve kötülük, bana sorarsanız, en yanlış anlaşılan kavramların başındadır. Kötülük öyle uzak gelir ki bize. Oysa bildiğimiz kötülük işte. Saçınızı tararken, çorabınızı çıkarırken, tuvalette dalgın dalgın otururken nicesi geçiyor beyninizden. O zavallı eski sevgiliniz hakkında düşündüklerinizi saymıyorum bile. Ama size kızmak ne mümkün, bütün derdiniz benliğinizi korumak ve kollamak. İçinizdeki kırılgan kocaman bir şeye kanat germek için neleri göze alıyorsunuz, ne kadar da iyi birisiniz!
Kısacası, iyilik ve kötülük kavramlarını biz zihnimizin haritalarında birbirinden kilometrelerce uzağa yerleştireduralım; onlar kara sevdalılar ve el ele tutuşmuş, yokuş aşağı koşmaktalar.
Değer bilinmeyen ve mağdur: Kötülük
Bülent Somay –bu ay Cihan Akkartal’ın hazırladığı kötülük dosyamız için Ayşe Çavdar’a verdiği röportajda– iyiliğin aslında olmadığını, işlerin doğası itibariyle var olamayacağını; dolayısıyla iyiliğe hiçbir zaman ulaşılamadığını söylüyor. Öte yandan, Akkartal’ın yazısında alıntıladığı Şerif Mardin ise iyiliğin otosansür ürünü olduğunu, kötülüğün ise sofistike bir üretim olduğunu söylüyor.
Anlayacağınız bu ay iyilik ve özellikle kötülük kavramlarını ve bunların Türkiye edebiyatına yansımasını enine boyuna ele alıyoruz. Türkiye edebiyatı gerçekten kötü karakter yaratabiliyor mu? Yaratamıyorsa, neden? “Türk edebiyatının da karanlık sayfaları, bir yeraltı ve gerçek kötüleri vardır elbet ama ne kadar özgündürler, ne kadar inandırıcıdırlar? ‘Yüce kötü’ bizim kültürel sermayemizde kendine niçin bir akraba bulamadı? Velev ki romanımız gecikmiş bir roman, modernleşmemiz gecikmiş bir modernleşmedir; ‘kötü çocuk’un kendisi de yalnızca Türk edebiyatında değil, genel olarak modern edebiyatta önüne geçilmez biçimde ‘gecikmiş’ bir karakter değil midir? 2000’li yılların ilk on yılı içinde artık ‘Nobelli bir edebiyat’ olan Türk edebiyatında şeytani bir yaratıcılığın varlığından söz edilebilir mi? Kötünün edebiyatımızda yeniden inşası söz konusu olmuş mudur? Peki ya, dehşetli, habis ve hemen kapının önünde olanın ‘görüntüleriyle’ aşırı yüklenmiş, acıyla uyuşmuş bir jenerasyon edebiyattaki kötüyü (artık) nasıl alımlar?”
Bu sorular bizim için çok önemli, çünkü “iyi” biraz abartılıyor ve bu yüzden biz de değeri bilinmeyenin, hor görülenin ve mağdurun elinden tutuyoruz: Yaşasın kötülük!
kabul ediyorum,mutlak iyi yok.iyi dediğimiz insanların bile çoğu sahte iyi.fakat-iyiliğin değerini kötülüğe uğrayanlar bilir en çok.sorum şu:kötülüge övgümüz,kötülüğe ugradığımızda da devam eder mi?bakınız gazetelerin 3.sayfaları,suriyedeki iç savaş vb.empati tehlikelidir..saygılarımla
Yeni yorum gönder