Türkiye’de hem siyaset hem de sosyoloji, ötekinin korkusu üzerinden kurulageldi. Her siyasi ve toplumsal grubun bir ya da daha fazla düşmanı var. Her grup kendi inancına düşmanlarının güçlenmesi -bazen bir ülke kurması, bazen iktidara gelmesi, bazen kendi inançlarını yok etmesi, bazen de ülkeyi bir başka ülkenin sosyal koşullarına çevirmesi- korkusuyla bağlanıyor. Zaten insanı bir siyasi görüşe zamklamanın başka yolu da pek yoktur herhalde. Burada dikkati çekmek istediğim nokta, insanı bir siyasi görüşe, bir korkuya hapsetme ihtiyacı. Türkiye’de her zaman, her iktidar ve her şart altında var olan bir ihtiyaç bu. Zaten bir oyun kurucunun kalabalıklarla uğraşmasının en eski ve kolay yolu onları bölmek ve birbirine düşman etmek değil midir?
İşte bu gruplardan biri iktidara gelince, hele ki halkın büyük kesiminden destek de görünce, beslendiği en büyük damar bu düşmanlık damarı oluyor. Artık gerçekten ötekinin ve hatta ötekilerinin korkusundan mı dersiniz, yoksa üzerine aslında tüm bu oyunun tıynetini bilen ama kişisel hırslarının önünü alamayan bir insan tablosu mu çizersiniz, orası size kalmış. Ama ortada olan bir gerçek var ki, bugün Türkiye derinlerde çok kutuplu, ama yüzeyde iki kutuplu bir ucubeye benziyor. Bu kutbun biri iktidarda ve güçlü, diğeri ise muhalif ve öfkeli. Fikri öldürmenin en güzel yollarından biri, insanın zaaflarının tadını çıkara çıkara, toplumu böyle bir maç psikolojisine sokmak herhalde. Ama bu işin başka bir tarafı. Ben bu yazıda bugün iktidarın susturmaya çalıştığı muhaliflere değinmek istiyorum.
Siyasi iktidarlar, karşısındaki sesler susunca ölümsüzlüğe ereceğine inanır bir şekilde; her dönem bunu denemiştir. Bugün de durum hiç farklı değil, hatta özellikle belli hususlarda daha da ağır. 57 gazetecimiz hapiste. Dev bir sosyal medya sitesi yasaklı. Bir TC geleneği olarak muzır içerikle boğuşuyoruz. Medya, ticari oyunlarla, neredeyse tamamen susturulmuş durumda. Protesto hakkı yok edilmek isteniyor. Biraz daha ileri gidip şunu söyleyebilirim ki, ister gazeteci olun, ister sosyal medya kullanıcısı, ya da sokakları arşınlayan bir protestocu... Başbakan Erdoğan’ı uluorta eleştirdiğinizde, bir gün başınıza kötü bir şey getirilebileceği bilincine sahipsiniz.
Bu ayki sorumuz işte bu durumun ta kendisi: Bu bilinç, bize ne yapar? Sansür korkusu, insanda nasıl otosansür mekanizmalarını devreye sokar? Otosansür bir direniş stratejisine dönüşebilir mi? Süreyyya Evren, bu ay bu sorulara yanıt arıyor dosyamızda. Ülkede sansürün bir portresini çiziyor ve otosansürün bireysel ve toplumsal boyutlarına dikkat çekiyor. Evren’in, “üretememenin patlamaya yol açacağı” inancıyla olumlu bir tablo çizdiğini söyleyebilirim. “Hiç konuşmadıkça gelecek zamanda belirsizlikle pusuya yatan konuşma anı daha tehlikeli,” diyor Evren. Öte yandan, dosya konumuz bağlamında medyada sansür ve otosansürü değerlendirebilecek en yetkin isimlerden biri olan Mustafa Dağıstanlı ile Ayşe Çavdar’ın yaptığı söyleşiye ve sansürlü kitaplar arasında bir gezintiye çıkacağınız Kararsız Okur infografiğine de göz atmanızı öneririm.
En güzel şeylerin, hep en iyi şartlardan doğmadığını düşünecek olursak, ümitsizliğe kapılmamak en iyisi gibi duruyor. İyi okumalar!
Yeni yorum gönder