1972’de piyasaya çıkan Pink Floyd albümü Obscured by Clouds’da yer alan “Childhood’s End” adlı şarkıyı David Gilmour, Arthur C. Clarke’ın aynı adlı romanından (Çocukluğun Sonu) esinlenerek yazmıştı. Şarkının finalinde, Clarke’ın başyapıtında Gilmour’u belli ki en çok etkilemiş olan temanın rafine bir versiyonu, romandaki çıplaklığından ve dolaysızlığından bir şey kaybetmeden aktarılır. Dünya üzerinde hayat bildiği gibi akacak, sonra bir gün sona erecektir. Kibirli insanlık tozlara karışacak, zaman her şeyi onaracak ve şarkı bitecektir. Clarke dünyanın üstün bir uzaylı ırk tarafından iyileştirilmek üzere ele geçirilmesinin olası sonuçlarına, ütopyanın doğasına, insanoğlunun kolektif hafızasına ve homo sapiens’in nihai akıbetine kozmik perspektiften bakar. Gilmour’un şarkısı da ütopyanın ağır bir bedeli olabileceğini hatırlatır; savaş ve barış, ölüm ve yaşam, bir gün sona ereceğini bildiğimiz bir hikayede, sürekli birbirleriyle yer değiştirmektedir. SyFy kanalında üç bölüm halinde yayınlanan televizyon uyarlaması, Gilmour’un doğrudan, kısa ve acısız “uyarlamasıyla” kıyaslandığında, sulandırılarak sündürülmüş gibi uzun ve Clarke’ın romanının belkemiğini oluşturan düşünceleri irdelemektense (hatta mümkünse güncellemektense) ucuz televizyon klişelerinden medet umduğu için bir entelektüel tembellikten mustarip.
Arthur C. Clarke, Çocukluğun Sonu’nda, “Tüm ütopyaların baş düşmanı can sıkıntısıdır,” diyor. Doktor Who veteranı ve başarılı BBC dizisi Life on Mars’ın Edgar Allan Poe Ödüllü yazarı Matthew Graham’ın yazdığı senaryo, ütopyaların değilse de, romanı okumuş olan izleyicilerin baş düşmanı olabilecek bir can sıkıntısına yol açıyor. Bilimkurgu türünde önemli bir köşe taşı olan 1953 tarihli Çocukluğun Sonu’nda Clarke, 130 yıla ve iki jenerasyona yayılan epik bir öyküde dramatik gerilimi her daim ayakta tutar. Üstelik bunu, televizyon uyarlamasında olduğu gibi, suni romanslara ve ne karakterlere ne de öyküye hiçbir katkı sunmayan melodramatik fazlalıklara ihtiyaç duymadan yapar. Romanda, Soğuk Savaş’ın tarafları arasında süregiden uzay yarışında kimin galip geleceği dünyanın kaderini belirleyecek gibidir ama “uzayın bilinmeyen derinliklerinden dev gemilerle çıkagelen” hükümdarlar, Soğuk Savaş’ı “iptal etmek”le kalmaz, suçu ve savaşı, hastalıkları, adaletsizliği ortadan kaldırırlar. Netice, çatışmasız bir dünya federasyonu; bilimin, sanatın ve kültürün olmadığı, yaratıcılığa ihtiyacın kalmadığı bir “Altın Çağ”dır. Bu Altın Çağ’ın insanlığı, “Zihindar” denen kozmik varlığın bir parçası haline gelmeye hazırladığı anlaşılacaktır. Hükümdarların dünyaya gelişinden elli yıl kadar sonra doğan çocuklar, hızlı bir evrime uğrarlar, Zihindar’ın bir parçası haline gelmek üzere dünyadan alınırlar. Dünyada kalan insanlar ve en sonunda gezegenin kendisi de, çaresiz, yok olacaklardır. Uyarlama, insanlığın akıbetine daha yakından bakmak yerine, karakterlerin şahsi dramlarına fazlaca ve aslında amaçsızca eğildiği için değerli bir potansiyeli seyreltmiş oluyor.
Elden kaçan fırsatlar
Belki Çocukluğun Sonu'nun yapılamamış Kubrick uyarlamasını sonsuza dek kaybetmiş olduğumuz için, televizyon uyarlaması ne yapsa izleyiciye yaranamayacaktı.
Clarke, romanında, Birleşmiş Milletler’e olan inancın henüz yitirilmediği bir dünyadan sesleniyordu. Uyarlamada Birleşmiş Milletler başkanı yerine, hükümdarların, sıradan bir çiftçi olan Ricky’yi ulak tayin etmeleri isabetli görünüyor. Başka bir isabetli karar, dünyanın gözlemcisi olarak görevlendirilen Hükümdar Karellen’i, (Ricky’nin evinin parçalarına ayrıldığı sekanstaki efektlerin çiğliği göz önünde bulundurulunca) görsel efektlerden çok eski usulde, canavar kostümü giydirilen Charles Dance’in canlandırması ve seslendirmesi. Taht Oyunları’nın Tywin Lannister’ı rolündeki etkileyici performansıyla tanıdığımız tiyatro kökenli Dance, şeytan görünümüyle işkillendirirken şefkatli sesiyle güven veren uzaylı Karellen rolünde ne kadar başarılıysa; yine bir uyarlama olan Kubbenin Altında’nın başrolünden tanıdığımız Mike Vogel, tanrıların elçisi olarak seçilen Ricky rolünde bir o kadar kendine güvensiz. Başlangıçta Karellen’in insanlardan görünüşünü gizlemesi ve sonra gerçeğin açığa çıktığı sahne, dizinin belki de tek akılda kalıcı sahnesi. Hükümdarların, tek tanrılı kültürün şeytan olarak kodladığı görünüme, boynuzlara ve toynaklara, kırmızı bir bedene sahip olmaları, dizide pek üzerinde durulmayan ama bilimkurgu türünün tarihi içinde kurucu önemde olan bir temaya işaret ediyor. Aslında dünyayı sona ermeye hazırlamakla görevlendirilmiş olan uzaylıların, insanlıktan ziyade, kozmik bir akla; Zihindar’a hizmet ediyor oldukları ortaya çıkınca, dünyaya daha önce de gelmiş olabilecekleri ve eski insanların, ezeli ve ebedi kötü olan Şeytan’ın sureti olarak, ziyaretleri korku uyandıran hükümdarların suretini seçmiş olabilecekleri düşünülüyor. Halbuki, Karellen’in romanda açıkladığı gibi, insanlığın kolektif bilinci, zamanı doğrusal değil döngüsel olarak anladığı için, kötü bir anıdan kaynaklandığı sanılan bu ilişkilendirme aslında bir önsezinin eseri. Zihindar, bilim evrenle ilgili gerçekleri peyderpey açıklamaktayken paranormalde ısrar eden insanoğlunu yutmaya karar verir. Pandora’nın Kutusu’nun açılmasına izin vermeyecektir çünkü insanlık “telepatik bir kansere dönüşüp kendisinden üstün zihinleri zehirleme” ihtimalini barındırmaktadır. İzlerini yine çocukların (bu tip anlatılarda nedense hep çocukların) merkezi konumda oldukları Village of the Damned’den (1960) Yaratık serisine ve Azınlık Raporu’ndan yapay zeka anlatılarına geniş bir spektrumda bulduğumuz bu “kovan-zihin” motifinin erken örneklerinden olan malzemenin görsel-işitsel mecrada daha verimli işlenmesi beklenirdi. Romanı okumuş olan izleyiciyi diziyi izlemeye iten motivasyonların başında, öykünün görsel potansiyelinin 21. yüzyılın imkanlarıyla muhakkak gerçekleşeceği beklentisi değil midir?
Bilimkurgu severler, yakın zamanda Türkçeye kazandırılmış olan romanı okuyup, yıllar önce Stanley Kubrick’in yapmak istediği ama uyarlama haklarını alamadığı için yapamadığı beyazperde uyarlamasının gerçekleşmesini bekleyecekler. Kubrick, o dönemde, Çocukluğun Sonu’nu senaryolaştırmak mümkün olmayınca başka bir Arthur C. Clarke öyküsü olan The Sentinel’i, 2001: Uzay Yolu Macerası adıyla sinemaya taşımıştı. İçinde yaşadığımız dünyaya (en azından bilimkurguya ve sinemaya diyelim) bugünkü şeklini vermiş olan olaylardan biridir bu, belki de bu yapılamamış Kubrick uyarlamasını sonsuza dek kaybetmiş olduğumuz için, Çocukluğun Sonu, ne yapsa izleyiciye yaranamayacaktı. Kıssadan hisse; yaratıcılığın ortadan kalkması için dünyaya ne uzaylıların ne de ütopyanın gelmesine ihtiyaç var; bilimkurgu türünün münhasır bir damarını tek başına kurmuş olan ikonik bir romanı, vasat bir vizyonla, televizyona sığdırmaya çalışmak da yaratıcılığı öldürüyor.
Yeni yorum gönder