Manuel Benguigui’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı Alman Koleksiyoncu’da sanatta ve sanatla anlam bulan bir estetin, aynı zamanda bir mizantropun hikâyesini okuyoruz. Ludwig’in sanat eserinin tam olarak kendisini açığa çıkardığı andaki deneyimi ya da yazarın deyişiyle rüya halinin bir benzerini kitap ilerledikçe okuyucu da yaşıyor, belki de yazarın eserle amaçladığı noktaya ulaşıyor: Ludwig ile okuyucu birleşiyor. Tıpkı Ludwig gibi usanmadan güzeli aramaya, güzel ile birlikte olmaya devam ediyor.
Hiç yazarını tanımadığınız halde, sadece arka kapak yazısına vurulup aldığınız bir kitap oldu mu? Arka kapak yazıları kitapların konusuna dair birer tanıtım niteliğindedir. Editörün kitap hakkındaki yorumu ya da eserden alıntılarla, okuru meraklandırarak kitaba çekmek bu kısacık metinlerin elindedir. Buna rağmen kimi yayınevleri arka kapağı boş bırakarak hem kendileri hem de okuyucular açısından risk almayı tercih ediyor. Orada da okurun kitabı almasında yayınevine duyulan güven, kitabın tasarımı ya da çevirmen tercih sebebi olabiliyor.
Manuel Benguigui’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı Alman Koleksiyoncu’nun arka kapağı, ilk okuyuşta aşk diyebileceğim müthiş bir heyecana sebep oldu. Kitabın kahramanı Ludwig’i anlatan paragraf bende, tıpkı Ludwig’in tablolar karşısında duyduğu his gibi, eseri bir an önce okuyup benimsemek için kuvvetli bir itki yarattı. “Ludwig çok küçük yaştan beri kendini sanata kaptırmıştı. Eserlerle, eserler için yaşıyordu, başka bir şey için değil. Onlara bakmak, sadece bakmak bile onun temel besin kaynağı idi. En başta da tablolar, tuvaller ve panolar. Ludwig dünyayı ve sakinlerini hiç umursamıyordu. O sadece sanatı seviyordu, sadece sanatı görüyordu, arkasındaki insanları değil. Bu arada sanatçılar paçayı kurtarırlarsa ne âlâ. İnsanlık onu ilgilendirmiyordu, o sadece insanlığın yarattığı şeyleri görmek istiyordu”.
Bu cümlelerle daha kitabı okumaya girişmeden sıra dışı bir roman kahramanıyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyordu.
Öyle görünüyordu ki Ludwig bir estetti, aynı zamanda bir mizantrop. Sanatta ve sanatla anlam buluyor, onun için dünyayı ancak sanat çekilir kılıyordu. Arkadaşlık, dostluk ve bilumum insan ilişkileri onu asıl önemli olandan, sanattan uzaklaştıran gereksiz unsurlardı. Nitekim romanın daha ilk sayfalarında, 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na katılan Ludwig’in savaştan, ölümden ya da yoksulluktan değil, sanat eserlerini görememekten şikayet ettiğini, estetik güzelliklerden mahrum kalmanın dayanılmazlığını vurguladığını okuyoruz.
Görmenin estetik hazzı
Ludwig görmenin ve görmekten alınan estetik hazzın mülkiyet gerektirmediğini vurguluyor. Ona göre bir sanat eserine sahip olmak estetik haz için şart değil. Sergi gezmek, müzelerde tabloların karşısında vakit geçirmek, sanatla doğrudan ilişki kurmak sanat açlığını gidermek için yeterli. “Ludwig hiç durmadan eserler görmek zorunda; onlardan çok uzun süre uzak kalırsa ölecek. Bu eserler ona ait değil ama onları şöyle bir görmesiyle, hoşuna gittikleri sürece ona ait oluyorlar. Ludwig’in sahip olduğu olağanüstü vizyon gücü, sahip olmaya gerek kalmaksızın onu bu eserlerin sahibi yapıyor. Ve o zaman bu güç onu neredeyse bütünüyle özetliyor”.
İki savaş arası sanata doyması için müthiş bir fırsat olsa da, yazık ki uzun sürmüyor. 1938’de İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Ludwig askeri esarete geri dönüyor. Ama boş durur mu, tuvalette de olsa katalogları inceliyor, adının tuhafa çıkması pahasına bulduğu her fırsatta sanata sarılıyor. Bu sırada savaş bütün karanlığıyla devam ederken Ludwig için bir ışık doğuyor. Führer 1940’ta ERR adlı bir birim kuruyor ve Ludwig buraya atanmak için elinden geleni yapıyor, başarılı da oluyor. ERR, Fransa’daki özel koleksiyonlarda bulunan eserlerin sayımını ve kataloglamasını yaparak, toplanan değerli eserlerin Hitler’in favori şehri Linz’de kurmayı planladığı dünyanın en büyük müzesine götürülmesini amaçlıyor. Bu bağlamda Nazi ölçütlerine göre yoz bulunan tablolar ya satılıyor ya da yok ediliyor. Yahudiler, izlenimciler ya da iki kusuru birden taşıyanlar Nazilerin yoz sanatçı kategorisinde, örneğin Van Gogh bunlardan biri.
Kendi usulünce bir yaratıcı
Ludwig’in bu yeni işi sayesinde günleri Louvre’un koridorlarında gezerek, eserlerle hemhal olarak geçiyor. Az uyuyor, uyanık olduğu her vakit işinin başına, sanata koşuyor. Tanrı vergisi görme yeteneği sayesinde başyapıtların kokusunu hemen alıyor. Ludwig sanatta klasik dönemden yana, Rönesans resmini özellikle de Flamanları tutuyor. Modernleri de yok saymıyor ama. Ona göre sanat bir bütün. “Her şeyin birbirine bağlı olduğunu, hal böyleyken, modernmiş klasikmiş, pek de önemli olmadığını, işin aslının sanat olduğunu düşünüyor”. Rejimin yoz sanat terimine de karşı çıkıyor. Meslektaşlarının sırf Yahudi olduğu için ressamdan saymadıkları sanatçılar hakkında atıp tutmalarından tiksiniyor. Görmenin herkesin harcı olmadığını bilse de karalamayı kabul edemiyor. Hem bu nedenle hem de romanın son çeyreğinde kalbini ilk defa sanat dışında çalan aşkının vasiyetine uyarak değerli eserleri gören gözlere saklamak üzere kaçırıyor. Ludwig’in kendisinde kusur olarak gördüğü tek şey resim yapmayı bilmemesi. Çizim yeteneğinin olmasını isterdi.
Ancak yine de kendisini görme yeteneği sayesinde bir tür yaratıcı olarak adlandırıyor. “Ludwig kendi usulünce bir yaratıcı. Eseri olmayan bir sanatçı. Çünkü görmek, yaratmak demek. Yine de görmenin, vizyonun bir aura taşıması gerekir, yoksa genişlik zihinde beliremez. Ludwig bu açıdan zengin”. Kitabın arka kapağından başlayarak duyduğumuz estetik haz, Ludwig’in olağanüstü yeteneğini anlatan satırlarla ayyuka çıkıyor. Ludwig’in sanat eserinin tam olarak kendisini açığa çıkardığı andaki deneyimi ya da yazarın deyişiyle rüya halinin bir benzerini okuyucu yaşıyor, belki de yazarın eserle amaçladığı noktaya ulaşıyor: Ludwig ile okuyucu birleşiyor. Güzel ve yetkin olan sanatın tadını alan okuyucu tıpkı Ludwig gibi usanmadan güzeli aramaya, güzel ile birlikte olmaya devam ediyor. Görmesini bilen gözlere güzel de kendini açıyor.
Yeni yorum gönder