Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Gezdiren edebiyat: Az gittik uz gittik




Toplam oy: 1082
Edebiyat karakterleri ve yaratıcıları, klişe tabirle, sıklıkla edebiyat yolculuğuna çıkarlar. Diyar diyar gezen ve okuduğu romanların etkisiyle yola çıkan Don Quijote bunun en klasik, en bilinen örneği. Elbette Don Quijote’nin "fantastik" maceraları gezi hikayesi gibi okunamaz ancak yola çıkmak bağlamında iyi bir örnektir; üstelik, romanların etkisiyle başladığından gerçek anlamda bir kitap/edebiyat yolculuğudur!

80’lerin çocukları hatırlar; o dönemde çok çeşitlilik göstermeyen, eğitici çocuk programlarından birinin adıdır Az Gittik Uz Gittik. Çizgi film gibi başlayan bu programın jeneriğinde Evliya Çelebi ve atı Küheylan görünürdü. Çelebi, gezip gördüğünü yazmak üzere masasının başına oturduğunda meraklı Küheylan yaklaşır ve burnuyla çarparak masanın üstündeki mürekkebi deviriverirdi; kağıtların üstüne dökülen ve durmaksızın akan mürekkep derya olup bizim seyyahı da önüne katardı. Çelebi, deryanın (mürekkebin) üstünde kuş olup havalanır ve ekran başındaki bizler de onun yazdıklarını değil gezdiklerini görürdük... Programın jeneriğini ilgiyle izlediğimi ancak program başladığında ve görüntüler ciddileştiğinde/gerçek olduğunda sıkıldığımı hatırlıyorum. Eğitici olduğundan ve hep örnek gösterilen diğer çocuklar sevdiği için tümüyle reddedemezdim ancak pek de kulak vermezdim. Oysa pek çok çocuğun, benim gibi çok çekingen/ürkek olanların dahi, hayalidir dünyayı gezmek. Ancak gezilip görülen yerin tarihi, kültürü, iklimi, özetle ne olduğu/neresi olduğu o yaşlarda benim ilgimi çekememiş; demek ki beni asıl heyecanlandıran yolculuğun, yola çıkmanın kendisi, yani macera beklentisiymiş...


 

Çocuk aklımızla yetişkin tercihlerimiz elbette farklı. Şimdi, Evliya Çelebi ile Küheylan yalnızca jenerikte heyecanlandırmıyor bizi. Dinlemek, izlemek, okumak istiyoruz... Uzak diyarlar yalnızca gerçek olduklarında değil hayal edilince de güzel, hikayeleriyle de heyecan verici geliyor. Yoksa insan gezdiği yerleri, yaptığı seyahatleri neden hevesle anlatsın ve bir başkası da onun bu hikayelerini/anılarını neden ilgiyle dinlesin! Münir Göle’nin şu cümleleri bu durumu çok iyi açıklıyor: “Yolculuk anlatı odaklıdır, dönüşte yolculuğun anlatıya açılması neredeyse bir zorunluluktur. Yolculuk başlamadan önce bile anlatının temeli atılır, bu temel, yolculuğun yapısını, dokusunu oluşturur. Anlatının kuşatamadığı yolculuk, çoğu kez içi boş, sıkıcı, anlamdan yoksun, bir yerden bir yere gidip gelmekle sınırlıdır.”

 

Yazarların, kahramanlarını gezdirmesi ya da kimi zaman kendi gezip gördükleri yerleri kitaplaştırması da bundan olsa gerek. Edebiyat karakterleri ve yaratıcıları, klişe tabirle, sıklıkla edebiyat yolculuğuna çıkarlar. Diyar diyar gezen ve okuduğu romanların etkisiyle yola çıkan Don Quijote bunun en klasik, en bilinen örneği. Elbette Don Quijote’nin “fantastik” maceraları gezi hikayesi gibi okunamaz ancak yola çıkmak bağlamında iyi bir örnektir; üstelik, romanların etkisiyle başladığından gerçek anlamda bir kitap/edebiyat yolculuğudur!

 

Kahramanlarını gezdiren yazarlar

 

Türkçe edebiyatta da kahramanların gezip görmek, eğlenip dinlenmek için seyahat etmeleri bir yana, bir zorunluluk nedeniyle de yola çıktıklarına rastlarız. Aslında çok da fark etmez, niyet ne olursa olsun, son kertede okur da kahramanla ya da anlatıcıyla birlikte gezer... Zorunluluk nedeniyle yola çıkan kahramanların akla ilk gelen örneklerinden biri, Anadolu’yu köy bucak gezen Çalıkuşu Feride’dir. Feride’nin herkesten ama en çok da kendinden kaçmak için çıktığı bu yolculuk Reşat Nuri’nin Anadolu Notları adıyla yayımlanan gezi günlüklerinin tezahürüdür bir bakıma.

 

Kahramanlarını gezdiren ya da diğer bir deyişle yolculuğa çıkartan bir başka yazar da Orhan Pamuk'tur. Yollar, haritalar, yolculuklar farklı veçheleriyle yazarın çoğu anlatısında karşımıza çıkar. Hayatı(mızı) değiştiren bazen okuduğumuz bir kitap (bu kitapta çıkılan yolculuk) bazense bir gezidir (gezmek, yeni bir yer bulmak üzere çıkılan yolculuktur). Yeni Hayat'ın dillere pelesenk olmuş ilk cümlesi Kar romanına da şöyle yerleşir: “Belki de bütün hayatını değiştirecek bir yolculuğa çıkmış olduğunu ta baştan anlayıp geri dönebilirdi.” Ancak anlatıcı/kahraman elbette geriye dönmeyecek, gezisine ve hikayesine devam edecektir. Pamuk’un Kara Kitap’ta ve Masumiyet Müzesi’nde de yollarda olması, İstanbul’u arşınlaması, sokaklar aşıp semtlere varması, kent haritalarını önümüze sermesi bir yana Cevdet Bey ve Oğulları’nda anlattığı tren yolculuğu, memleketin demir ağları üzerinde yapılması ve Ankara’nın doğusunu gezdirmesi bakımından önemlidir; elbette hem roman için hem de okur için.

 

Kahramanlarını gezdiren hikayeci olarak da akla Sait Faik gelir. Sait Faik, bir ada yolculuğu süresince de olsa, hikayesine hava aldıran, okurunu gezmeye çıkartan yazarlardandır ne de olsa... Ancak sadece esintili vapur yolculuğuyla sınırlı kalmaz gezintisi. Örneğin, “Üçüncü Mevki” öyküsünde vapur gibi romantik bir yolculuk vasıtası olan treni seçerek başka memlekete de götürür okurunu.

 

Kenti, mahalleyi, gidilen yeri güzelleştirenler arasında Ahmet Hamdi’yi anmamak olmaz. Bilmediğimiz Anadolu diyarlarını gezdirdiği Beş Şehir kitabı bir yana, Huzur’un sayfalarında gezindikçe kendimizi eski İstanbullu gibi hissetmemizi sağlar. Mümtaz ile Nuran’ın birlikte ya da ayrı ayrı Boğaz’da, Beyoğlu’nda, Eminönü’nde yaptıkları gezintilerin, girdikleri dükkanların/ sahafların, oturdukları kahvenin, seyrettikleri manzaranın tasviri, okuyana adeta, “Ah o devirde ben de olsaydım,” dedirtecek cinsten: “Mümtaz, Boyacıköyü’ne kadar yürüdü. Orada deniz kenarında küçük bir balıkçı kahvesinde oturdu. Önündeki manzara, mesafeye yürüyüş istikametine göre açılıp kapanıyordu. Bu mucizeli ışık oyununda, sandallar, su motorları, istakoz için kullanılan sepetlerle dolu balıkçı kayıkları, yakınlık ve uzaklıkları insana ayrı ayrı hayret veren birer hüviyet oluyorlardı.”

 

Tanpınar’dan çağrışımla, Yusuf Atılgan’a da geçebiliriz... Yusuf Atılgan da Aylak Adam’da, pek çok şeyin yanı sıra okura, bir de İstanbul Rehberi sunar. Roman “Kış”la, bir kaldırımda, kalabalıkların arasında başlar. Nişantaşı’ndan Maçka’ya tramvayla gidilebilen o günlerde Aylak Adam C. Fındıklı’da bir pastanede üniversitelilerin dağılma saatini bekler, Karaköy’de yemek yer, Yüksekkaldırım’dan Tünel’e tırmanır. Sokaklar (İki Öksüzler Sokağı), caddeler (Sıra Serviler Caddesi) onundur; isimlerini de kendinin kılar. O, kentte bir gezendir, gezentidir*. Ayrıca C.’nin gezintisi kent mekanlarıyla sınırlı da değildir; yazın gelmesiyle denize yakın bir sayfiye evi kiralar ve muhit değiştirir.

 

 

 


 

 

* Atılgan ile Walter Benjamin arasında bağlantı kurulan deneme yazılarından birinde, Atılgan’a flaneur imgesi yakıştırılarak, gezinir gibi okumak’tan bahsedilir. Bu ifade gezmek ve okumak arasında kurulan bağlantı açısından da anlamlı ve zihin açıcıdır. Makalenin yazarı Tuğba Doğan, Benjamin ve Atılgan’ın gezinir gibi okunması gerektiğini söyler: “Metinlerinin içinde gezinerek, her bir cümlenin ne içinde ne de tam dışında kalmadan, yolculuk eder gibi anlamak.” (Cogito, “Walter Benjamin”, sayı: 52, 2007)

 

 


 

 

 

Sanırım Aylak Adam’la birlikte biz de yaşanılan yerin, kent merkezinin dışında gezintiye çıkıp mevsimin yaz olmasını fırsat bilerek; gezmek ve gezi denince aklımıza ilk gelen yerlere, deniz kıyısına, yazlık mekanlara gidebiliriz... Sahil kasabası, yazlıkçı köyü, mesire yeri deyince akla ilk gelen yerli yazarlardan biri de Bilge Karasu olacaktır. Bir gezi (Narlar Kenti seyahati) sırasında tutulmuş bir günlük/anlatı gibi akan Narla İncire Gazel’de Karasu, bize çok farklı mekanların esintisini hissettirir. Anlatıda önce yola çıkılır: “Yola düşüyor, otobüsün karanlık saatlerini birbirimize dayanıp uyuklayarak, arada bir birbirimizin elini, parmaklarını arayarak, gün doğarken önce bulutlarla dağları, az sonra da denizi görmeği, denize doğru inmeğe başlamağı bekleyerek, varmanın biraz eskimiş, biraz alışılmış tadını gene de bularak, gide döne altından bunca kez geçmiş olduğumuz kemerin ötesine geçiyoruz bir daha.”

 

 

 

 

 

Sonra gezi yerine varılır: taş binalar, Ege’nin kekik kokusu, inciri, zeytin ağacı gölgeliği, koyun keçi melemesi, ayak yakan kumu, büyükşehrin bir canavara dönüştüğü şu günlerde Ahmet Hamdi’nin tasvir ettiği halinden çok uzakta olan Boğaz’ın akislerini bile kıskandıracak yakamozu... Huzur veren ama aynı zamanda yürek burkan bir hafiflik, göz yaşartan bir esinti, tanıdıklık, uzakta ama evde olma ya da evde ama uzakta olma… Yola çıkalım dedirtir Karasu’nun cümleleri. O taş binada uyutur sizi, sıcak ve yumuşak kumları ayağınıza getirir. Gittiğiniz bir Kuzey Ege gezisinden bir şeyler bulursunuz muhakkak, sizin hikayenizdir anlatılan ya da en azından sizin hikayenize/yolculuğunuza dönüşebilir her an. Gezdiren hikaye budur, gezinerek okunacak metin budur, gezinti budur...

 

Turist mi seyyah mı, çok gezen mi çok okuyan mı?

 

Yazının başındaki çocukluk anısının da hatırlattığı üzere, gezmenin ve geziye/seyahate çıkmanın (yola çıkmak bu bağlamda ayrılabilir) hafifleten, kolaylaştıran bir yanı olduğu düşünülür ve de zevk vermesi beklenir. Tam da o çocukluk programını izlerken çocuk aklımla hissettiğim şey aslında bir yanıyla genel bir kabul gibidir: Gezi dediğin eğlendirir, renkli olur, kafa yormaz. Bunun bir yansıması olarak da gezmenin ve gezi yazısının ya da seyahat kitaplarının da hızlı, matlup ve az çok eğlendirici, belki kolaylaştırıcı olması beklenir. Bu metinler gezerken, dolayısıyla da, bizim memleket özelinde söylersek daha ziyade yazın okunurmuş gibi bir algı oluşur. Bu bağlamda karşımıza bir de gezi rehberi kategorisi çıkar. Hatta “gezdiren edebiyat”ın çok da farkında olmadığımızdan ya da ihmal ettiğimizden gezi rehberleri ve kimi popüler gezi notları/gezi günlükleri elden ele gezer seyahat vakti gelince. Birçoğumuz, teknik ve hayati bilgileri almak için bu rehberlere başvururuz ve aslında bu rehber niteliğindeki metinlerden de hoşlanan (benim de dahil olduğum) bir grup okur vardır. Sonuç olarak, bilinçli bir tasnif olmasa da, gezi metinleri kendi içinde (belli belirsiz) ayrışır... “Görülecek 101 Yer” benzeri başlıklara sahip kitaplar kimilerince “turist” kitabı olarak nitelendirilip beğenilmez. “Ben gider keşfederim,” diyen seyyah ya da gezgin ruhlular bu “turist” kitaplarına elini pek sürmezler mesela. Peki gerçekten de nedir bu seyyah, turist ayrımı? Bu ayrımın gezi metinlerine yansıması nasıl olmuştur? Bu durumda Lawrence’ın İtalya seyahati, Ahmet Haşim’in Paris ve Frankfurt’u, Jak Deleon’un İstanbul kitapları, Murat Belge’nin İstanbul Gezi Rehberi, Claudio Magris’in Tuna’sı ne yana düşer?

 

Bu ayrışmayı Ahmet Haşim’in Paris, Frankfurt… yahut Hiç! kitabını hazırlayan Serdar Soydan güzel bir dille çözer: “Ahmet Haşim'in Avrupa'sı gezi kitaplarından ansiklopedik bilgi ve öneri bekleyenler için gerçekten de bir ‘hiç’ değerindedir. Oysa bir başkasının gözleri ve ruhu ile dolaşmak, şiirli bir söyleyişin büyüsüne kapılarak farklı ayrıntıları, küçücük duyuşları yaşamak isteyenler için paha biçilmez bir fırsattır.”

 

“Turist ne yana, seyyah ne yana düşer” sorusunun cevabını aramak için en doğru adresse, yine gezi metinleri ve özellikle de gezdiren edebiyat olacak sanırım. Bir karı kocanın uzak mesafe seyahatini anlatan Çölde Çay: Esirgeyen Gökyüzü adlı eşsiz gezi-romanında her iki kavram da çok güzel tarif edilir: “Haritalar sıkardı onu. Oysa kocası da hep haritalara bakardı; yolculukta olmadıkları zamanlarda bile, kocası bir harita görür görmez hemen onu büyük bir tutkuyla incelemeye başlardı. Sonra da her zaman olduğu gibi, yine olmayacak bir yolculuk planlamaya başlardı; bazen o yolculuk gerçekleşiverirdi. Kendini turist olarak düşünmez; gezgin olarak görürdü. Aradaki fark, aslında bir ölçüde zaman kavramıyla ilgilidir, diye açıklardı. Turistler genellikle bir iki haftalık ya da bir iki aylık sürenin sonunda evlerine dönmeye can atan kimselerdi. Oysa gezgin, hiçbir yere ait olmadığı için ağır ağır hareket eder, yıllar süren dönemler içinde yolculuk eder, dünyanın bir ucundan diğerine dolaşır dururdu.” Tanımlamalar o kadar güzeldir ki aslında turist mi olmuşuz seyyah mı çok da fark etmez bu noktadan sonra. Okur, “Varsın bir yola çıkılsın da,” diye düşünür.

 

"Sahte seyyah"

 

Ancak bu tartışma, edebiyat dışında da varlık gösteriyor; yalnızca gezi metinleri bağlamında da değil pek çok farklı alanda ve farklı düşünürler tarafından değerlendirilmiş. Cogito’nun “Turist: Modern Çağın Seyyahı?” başlıklı sayısındaki birkaç makalede de bu mesele çeşitli yönleriyle tartışılır ve dergide yer alan yazarlardan Jean-Didier Urbain net bir tavır koyar: “Sahtelikler sarrafı olarak kendisini turistten ayrı tutan bu kişinin kendisi de sahte bir seyyahtır. Onun yolculuğunun kendisi kalpazanlıktır ve o keşfetme yanılsamasıyla büyülenmekle yetinen bir kaşif simülakrından ibarettir.”

 

Yine aynı sayıdaki bir başka yazar ayrışmanın bu kadar üstünkörü yapılmasının tartışmayı da yersizleştirdiği görüşündedir: “Diğer turistlerden daha az turistik olmayı istemenin turist olmanın bir parçası olduğunu fark ettiğimizde, turizm hakkındaki, özellikle de turistlerin yüzeyselliklerini vurgulayan pek çok tartışmanın ne kadar sığ olduğunu fark edebiliriz.” İşte “sığ” diye tanımlamanın ve bu ayrışmanın sosyolojik katkısının tartışılabilirliği bir yana, edebiyat bağlamında söylenecekleri yine gezdiren metinler söylemiştir. Öyle ki, gezmenin artık çok kolaylaşmış gibi görünmesine karşın aslında farklı bağlamlarda zorlaştığı günümüz koşullarında pek çoğumuz, hayal ettiğimiz gibi gezemediğimizden, sıklıkla yaptığımız gibi yine edebiyata, gezdiren edebiyata sığınıyoruz.

 

 


 

 

* Görseller: Sevil Şimşek, Mert Tugen, Akif Kaynar

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.