Frankfurt Kitap Fuarı dünyanın en büyük ve belki de en önemli kitap fuarı. Beş gün süren bu fuar, hem sektör profesyonellerinin kitap hakları anlaşmaları yapmaları için, hem yazarların yeni kitaplarının tanıtımları açısından, hem de kitapseverlerin edebiyatı çeşitli paneller, tartışmalar ve hatta kostüm yarışmalarıyla kutlamaları için bulunmaz bir fırsat. Bu sene 10-16 Ekim tarihlerinde gerçekleştirilen Frankfurt Kitap Fuarı, bu gibi etkinliklere ve daha pek çoğuna ev sahipliği yaptı. (Birtakım protestolar da yaşandı.)
Bu seneki Frankfurt Fuarı, Wylie Ajansı’nın kurucusu Andrew Wylie’nin (namıdiğer Çakal) edebiyatta kültür ve ses çeşitliliğini destekleyen, dinleyicilere ilham veren konuşmasıyla başladı. Wylie edebiyatın gitgide daha uluslararası olmasından, çeviri kitapların sayısının her dilde artmasından ne kadar kıvanç duyduğunu söyledi ve bu dalganın gitgide büyümesi gerektiğini ifade etti. Uluslararası edebiyat üzerine konuşurken elbette küresel edebiyat üzerine konuşmamak da olmazdı. Wylie konuşmasına, yayınevlerinin, bir edebi eserin tüm dildeki haklarını almak istemelerinin yanlış olduğunu düşündüğünü beyan ederek devam etti. Kendisine yönlendirilen sorularda durumu oldukça komik bulduğunu beyan ederek yanıt verdi. Wylie, bu modeli artık mükemmelleştirmiş olan HarperCollins Yayınevi’ne gönderme yapmadan duramadı. Bu yorum, bu sene 200. yıldönümünü kutlamakta olan HarperCollins’e oldukça dokunmuş olsa gerek!
Harper Printers adıyla işe atılan (sonradan ismini Harper Brothers’a çeviren) HarperCollins, 1817’de kuruldu. James ve John Harper’ın kurduğu yayınevi, 1990’da Chalmers & Collins Bookshop adlı yayıneviyle birleşti ve bildiğimiz haliyle HarperCollins doğmuş oldu. Resmi kuruluşunu haliyle 1817 olarak kabul eden yayınevi, tüm sene boyunca bu yıldönümünü kutlamaktaydı. Yayınevi, bu kutlamalar kapsamında kuruluşlarından bu yana bastıkları 200 eserden oluşan ve dünyanın dört bir yanına gönderilen özel seri de hazırladı. Aynı şekilde sitelerinde 200 yıllık tarihçelerinin dönüm noktalarını sergileyen bir zaman çizelgesine yer verdi ve “Neden Okuyorum” adlı HarperCollins’in neredeyse tüm yazarlarının katılıp neden yazdıklarını, neler okuduklarını ve yazılarını hangi kitapların etkilediğini irdeleyen bir seri başlattı. Bu seriye okuyucuların da katılımı destekleyen HarperCollins, “Neden Okuyorum”u sosyal medya üzerinden #hc200 simgesiyle herkese açtı. Durum böyle olunca, kutlamaların Frankfurt Fuarı’na da yansımaması söz konusu değildi. Öyle ki, HarperCollins standı kısa süre içinde fuarın en göz alıcı standı haline geldi. Zira standın bir koca duvarı, üzerine kitap, anı eşyaları ve fotoğraflar gibi arşiv materyallerinin yapıştırıldığı, yayınevinin tarihçesini gözler önüne seren bir sergiye ayrılmıştı. Serginin gözde parçalarından biri Maurice Sendak, E. B. White gibi çocuk kitabı yazarlarının muazzam illüstrasyonlarıydı. Bir diğeriyse Mark Twain ve Herman Melville’in ilk baskılarıydı. (Aslında Mark Twain’in HarperCollins’le ilişkisinin pek olumlu başlamadığını hatırlamalıyız. Zira yayınevi, yazarın ilk bastıkları eserinde adını Mark Twain olarak değil de Mark Swain olarak geçmişti! Ne tuhaftır ki HarperCollins’in, Herman Melville ile olan ilişkisi de çok iyi başlamamıştı. Bu sefer sorun, yayınevinin yazarın gönderdiği ilk eseri reddetmesinden kaynaklanmıştı. Moby Dick, ilk basıldığında neredeyse kimse tarafından beğenilmemişti; eleştirmenlerce yerden yere vurulmuştu. Eserin kıymeti ancak yazar öldükten sonra anlaşılmıştı da HarperCollins onu bastığı en değerli eserlerden biri kabul etmeye başlamıştı.)
“Robotik manifesto”
Frankfurt Fuarı’nda çeşitli kutlamalarla dikkat çeken tek stand elbette HarperCollins’inki değildi. The Arts+ programı dahilinde düzenlenen robotik gösterisi de fuarın cezbedici yanlarından biriydi. 2000 yılında kurulan bir sanatçı grubu olan Robotlab’in fuar alanına kurduğu robotik kol, tüm fuar katılımcılarını başına topladı. Genellikle endüstriyel işlerde kullanılan robotik kolun görevi, her biri sekiz cümleden oluşan manifestolar yazmaktı. Kolun cümleler üretebilmesi, özel bir algoritma sayesinde sağlanmıştı. Günün sonunda izleyicilerin her biri kendine özel bir manifestoyla evine (ya da oteline) döndü. Robotlab’in projeyi hayata geçirirkenki amacı, robotları, aslen insanlarla ilişkilendirilen sanat ya da yazarlık gibi yaratıcı durumlarla bir araya getirmekti. Robotlabs hem böyle bir şeyi başarıp başaramayacağını görmek istiyordu hem de insanların bu duruma nasıl tepki vereceğini, robot enstalasyonuyla nasıl bir etkileşim içine gireceğini görmek istiyordu. Teknolojinin ne kadar hızlı gelişmekte olduğunu göz önünde bulundurunca, bu sorunun cevabını almak için çok da beklememiz gerekmeyebilir. Hatta beklemek bir kenara, artık birtakım öngörülerde bulunmaya bile başlayabiliriz. Yeni romanı Başlangıç ekim ayında raflardaki yerini alan Dan Brown, Frankfurt Fuarı’nda yaptığı basın toplantısında tam olarak bunu yaptı işte. Artık 53 yaşında olan Dan Brown’ın Başlangıç’ı, okuyanların bildiği gibi, insanlığın nereden geldiği ve nereye gittiği sorularına cevap vermeye çalışıyor. Dan Brown’ın da basın toplantısında da açıkladığı gibi, roman yalnızca evrim ve yaradılışçılık teorileri üzerine eğilmiyor, aynı zamanda yapay zekanın karmaşık dünyasına da dalıyor.
Dan Brown’ın labirentleri
Dan Brown, 14 Ekim Perşembe günü gerçekleştirilen basın konferansında yalnızca yeni kitabındaki gizemlerle ilgili bir konuşma yapmadı elbette. Yazma sürecinden de bahsetti. Brown, Başlangıç’ı tasarlamadan önce ciddi bir araştırma sürecine girmiş; yaklaşık altı ayını yapay zeka ve din üzerine kitaplar okumak ve yapay zeka üzerine çalışan bilimadamlarıyla, modern sanat küratörleriyle ve farklı dinlerin temsilcileriyle röportajlar yaparak, sonra da İspanya’da kitabında yer vereceği bölgeleri keşfederek geçirmiş.
Peki Dan Brown’ın yalnızca Başlangıç’ta değil, aslında her romanının kurgusunda karşımıza çıkan “bulmaca zekası” nereden geliyor? Kitaplarında nasıl böyle “labirentler” yaratıyor? Brown’ın basın konferansında üzerinde durduğu konulardan biri de kendi geçmişiydi. Tahmin edilebileceği gibi bu yetisini, anne ve babasına borçluymuş Dan Brown. Çocukken, Brown’ın anne ve babası yılbaşı ağacının altına doğrudan hediyeleri değil, hediyelere götüren bir şifre yazılı kart bırakırlarmış. Dan Brown, o karttaki şifreyi çözüp ipucunu evin başka bir noktasına dek takip etmesi gerekirmiş. İpucunun onu götürdüğü yere geldiğinde ise, karşısına yeni bir şifre yazılı kart çıkarmış ve bu iş, Brown’ın tüm evi dolaşmasıyla devam edermiş. Brown’ın ulaştığı son kart ise onu yılbaşı ağacının başına geri götürürmüş ve bu sefer, hediyeleri ağacın dibinde onu bekliyor olurmuş...
Görsel: Esra Kalay
Yeni yorum gönder