Flaubert edebiyat tarihçileri tarafından her zaman “gerçekçilik” parantezi içinde değerlendirilir. Oysa Üç Öykü’de salt bir çıplak gerçekçilik değil daha kuşatıcı bir edebiyat anlayışı vardır. Gerçek ile düşsel hatta sembolik anlatım dikkat çeker. Onun gerçekçiliği nasıl yorumladığı da bu olgunluk eserinde daha iyi ortaya çıkar ve onun edebiyat anlayışını yansıtır.
Gustave Flaubert’in olgunluk döneminde yazdığı Üç Öykü adlı kitabı pek çok eleştirmence onun en önemli eserlerinden biri olarak görülmüştür. Tarihsel dönemlerden seçilen bu üç öykü tematik olarak birbirine bağlıdır. Üç öyküde de aşkınlık, ermişlik olayı hikâye edilir. Seçilen çağların gereği olarak öykülerde din, inanç merkezdedir ve insanları biçimlendiren bir olgudur. Tarihsel, dinî olaylar, efsaneler öykünün gücüyle estetik bir bütünlük içinde yeniden kurgulanmıştır. Flaubert’in bu üç öyküde birden tarihsel dinî temalara yönelmesi ve inanç çağını yeniden gündeme getirmesi aydınlanmacı fikrin yıkıcı saldırısına bir itiraz olarak da okunabilir. Öykülerle, münzevi bir hayatı seçen Flaubert arasında ilişki kurulmuş, otobiyografik pek çok ortak özellik belirlenmiştir.
Flaubert edebiyat tarihçileri tarafından her zaman “gerçekçilik” parantezi içinde değerlendirilir. Oysa bu öykülerde salt bir çıplak gerçekçilik değil daha kuşatıcı bir edebiyat anlayışı vardır. Gerçek ile düşsel hatta sembolik anlatım dikkat çeker. Onun gerçekçiliği nasıl yorumladığı da bu olgunluk eserinde daha iyi ortaya çıkar ve onun edebiyat anlayışını yansıtır. Özellikle bu tarihsel anlatılardaki lirik, şiirsel yaklaşımı giderek düş ile gerçekliğin iç içe geçişiyle oluşur. “Saf Bir Yürek”te hizmetçi Félicité’nin kendi ölümü ile papağanın ölüm ritüeli arasında kurduğu bağ düşsel gerçekçiliği çağrıştırır. Yine “Konuksever Aziz Julien Söylencesi” öyküsünün sonundaki cüzzamlı ile Julien’in birbiri içinde yok olması sahnesi benzer izleri taşır. “Hérodias” öyküsünün sonundaki taşınan baş da aynı şekilde değerlendirilebilir.
Félicité ve papağının ölüm ritüeli
Kitabın ilk öyküsü “Saf Bir Yürek”te, hayatın dışına düşmüş hizmetçi Félicité’nin sadece dışarıdan gözlediği dünyada tek tutamağının bir papağana dönüşmesi anlatılır. Félicité hayattan hiçbir şey isteyemez. Zaten hayatın da ona vereceği bir şey yoktur. Erken dönemde anne ve babasını kaybeden Félicité önce bir erkeğin istismarına uğrar daha sonra düşük bir ücretle hizmetçi olur. Artık tek dünyası burası olmuştur. Her zaman sessizdir, dimdiktir, hareketleri ölçülüdür ve kendi kendine işleyen, tahtadan yapılmış bir kadına benzemektedir. Efendisi Madam Aubain hizmetçisini bir insan olarak bile görmez. İşlerini gördürdüğü mekanik bir alet olarak bakar. Örneğin gurbete gönderdiği kendi kızından haber alamayınca telaşlanır, oysa hizmetçisi altı aydır yeğeninden haber alamamaktadır. Hizmetçinin acısını küçümser, umurunda bile değildir.
Flaubert’in münzevi kişiliğinin sembolik bir anlatımı
Bu arada vali olarak atanan komşularının papağanı hizmetçiye hediye edilir. Hayatta hiçbir şeyi olmayan hizmetçi ile papağan arasında metafizik bir ilişki başlar. Artık hayatının merkezinde bu papağan vardır. Onun için papağan içine itildiği yalnızlıktan çıkış için bir oğul ve sevgili olmuştur. Ama bir gün papağan ölür. Bunun üzerine içini doldurup biblosunu yaptırır. Ona artık dinsel bir put gibi tapmakta, ritüeller yapmaktadır. Tanrı sesini duyurmak için bu papağanı seçmiş olmalıdır diye düşünür. Bu arada efendisi Madam Aubain de ölür, ev satışa çıkartılır. Félicité evden kovulmasına değil, Félicité’nin yaşamına girmiş insanların eşyalarıyla, eski yaşanmışlıkların anılarıyla dolu odasını terk etmek zorunda kalmasına üzülür. Ama asıl orada papağanı bulunmaktadır. Öykünün sonu olağanüstüdür. Artık ölüm döşeğindeki hizmetçi kendi ölümü anında, papağanının görkemli bir törenle gömüldüğünü hayal eder. Ona düzenlenen töreni izler. Artık papağanla özdeşleşmiştir: “Ve son nefesini verdiğinde, açılan göklerde başının üstünde süzülen dev bir papağan görür gibi oldu.”
“Konuksever Aziz Julien Söylencesi” öyküsü tarihsel bir dram hikâyesini anlatır. Aziz Julien tarihsel, efsanevi bir kişilik olarak Flaubert’in kaleminden ana hatlarıyla doğru anlatılmakla birlikte yine de yazarın seçme yaklaşımı ve onun kendi gerçeğinden hikâye edilişidir. Julien’in kendi kimliğini ortaya koyduğu tek alan avcılıktır. Avda kendinden geçmiş bir hâlde, amaçsız, çılgınca, zalimce hayvanları avlar. Ava başladığında tam bir kana susamış yaratık gibidir. Avcı Julien bir gün avdayken kocaman bir geyik ona “Lanet sana! Bu kıyıcı yürekle, günün birinde ananın babanın kanına gireceksin sen!” der. Bu söz onun hayatının karabasanı olur. Anne babasını öldüreceği korkusuyla evden kaçar. Çok güçlü, cesur ve yetenekli olduğu için bir ordu kurar ve kral olur. Evlenir ve sarayda yaşamaya başlar. Artık o geyiğin söylediği lanetli sözden korkarak asla ava çıkmamaktadır. Günün birinde hayvan seslerine dayanamaz ve ava çıkar. O gün sarayına annesi ve babası gelir. Karısı onları misafir eder. Avdan dönen Julien karısının yanında yatan babasını farklı bir erkek sanır ve aldatıldığını düşünerek babasını ve annesini öldürür. Daha sonra gerçeği öğrenen Julien tahtını, tacını bırakıp saraydan ayrılır. Artık bir meczup olarak dolaşmakta hayatını başkalarına yardım ile sürdürmektedir. Sonra bir cüzzamlıya yardım ettikten sonra İsa Mesih ile birlikte göklere yükselir.
Anlatıcı bir kilise vitrayında gördüğü hikâyeyi dile getirir. Renkler, hayvanlar, insanlar, yüzler, portreler seslenir ve hikâyeye dönüşür. Geyiklerin, leyleklerin, yaban ördeklerinin, kunduzların içine dalan Julien, tümünü avlayarak arkasında bir kan tabakası bırakır. Öykü sadece öldürmek ve gücünü test etmek isteyen insanın zalimliğini biraz da hayvanların dünyasından bir bakışla gözler önüne serer. Bu zalimlik öne çıkarılarak Julien’in cezalandırılmasının haklılığı okura kabullendirilir. Anne babasını kendi elleriyle öldürmesi bu hayvanlara yaptığı zalimliğin cezasıdır. İnsan hiçbir şekilde kaderinden kaçamaz. Tacını terk edip münzevi bir hayatı seçmesi ve bir cüzzamlıyla bütünleşmesi ise onun arınması ve göklere yükselmesi sonucunu doğurur.
Amacı sadece öldürmek, can almak olan Julien’in insan olma, giderek aziz olma serüveni anlatılırken, insanın kontrolsüz bir şekilde nasıl kendinden geçercesine zalimliğe yönelebileceği örneklenir. Öldürmek, can almak, sadece gücünü sınamak insanın en vahşi tarafıyken, aynı insanın vicdan ve merhametle sınanınca insanüstü bir ermişe dönüşebileceği gösterilir. Aynı insan içinde hem zalimliği hem de azizliği barındırabilir. Anne Julien’i doğurduğunda, bir keşişten “oğlun aziz olacak” sözünü duyduğunda sevinirken ölümünün oğlunun elinden olacağı aklına bile gelmez. Bu öyküyle Flaubert’in kişisel yaşamı arasında bağlantı kurulmuş, onun münzevi kişiliğinin sembolik bir anlamı olarak görülmüştür. Öykü, tümüyle göstermeye/sahnelemeye yaslı anlatım, bir resim-hikâye olarak dışlaşır.
Gerçekçilikle romantizmi uzlaştırma
“Hérodias” öyküsü ise Vaftizci Yahya’nın hayatından kesitlerle oluşur. Filistin’deki etnik kavgalar, iktidar hırsları, din çatışmalarıyla öykü oluşturulur. İktidar, saray entrikaları, ayak oyunları, ihanetler ve güç birlikleri incelikle anlatılır. Anlatım biçimi olarak ise teatral, sinemasal bir yaklaşımla diyaloglara yer verilir.
Öykülerde yalın, sade anlatımla derinlik yakalanır. Bu da sahici bir dünyanın yakalanması ve okurda kalıcı olması sonucunu doğurur. Olabildiğince sade, tümüyle karaktere, olaya odaklanmış öykülerde, karakterleri üzerinde bir hâkimiyet kurmayan anlatıcı, onlara objektif bakarken, insan olarak zaaflarını ve düştükleri zavallılıklarını örnekler üzerinden aktarır.
Flaubert, özellikle görsel sahne kullanımında oldukça başarılıdır. Bu anlamda tasvir onda önemli bir anlatım imkânıdır. Sahneler, karakterlerin ruh hâline uygun olarak oluşturulur. Onun ruh hâlini yansıtan tasvirler ustalıkla kurgulanır. Öykülerin en etkileyici sahneleri, nesneleri, doğayı, resmin ve sinemanın gücünü metne yansıttığı bölümlerdir. Özellikle sinematografik kimi bölümler öykülerin olmazsa olmazı olarak hikâyeyle bütünleşir.
Flaubert’in belki en büyük başarısı “seçme”dir. Anlatacağı kahramanı seçme, mekânı seçme, mekânda kime söz vereceğini seçme, enstantaneleri seçme, ayrıntılar, odaklaşma, fotoğrafik gerçeklik ve ruhsal gelgitler hep bu seçmelerin içindedir. Üç Öykü’de bu yeteneklerini sergiler.
Flaubert’in ölümünden üç yıl önce yayınlanan Üç Öykü’ye onun gerçekçilikle romantizmi uzlaştırma, düşle gerçeği aynı potada eritme amacının bir yansıması olarak bakmak gerek.
Yeni yorum gönder