Başkalarının hikâyelerini, hem de bakir bozkır insanının hikâyelerini son dönemde en iyi anlatanlardandır İmdat Avşar. Kemal Tahir’in romanlarındaki, Abbas Sayar’ın dilindeki, Emir Kalkan’ın hikâyelerindeki o kahramanlar başka veçheleriyle çıkarlar karşımıza. Omzu düşük, boynu büküklerin hikâyesini anlatır Avşar. Mazlum yüzlü adamlar vardır hikâyelerinde, yetim büyüyen, yetime kol kanat geren. Bir derdi olup, derdinden alemi telaşa vermeyen yayla yürekli insanlar.
Orta mektebe gidiyordum. Kara kuru bir köylü uşağıydım. Sınıfa girerken burnumu çekerdim. Utanırdım kara kuruluğumdan. Okul yolunda Nefarettin abiyi görürdüm. Köylümüz, uzaktan akrabamızdı. Karateciydi. Burası çok önemli işte! Anadolu’nun tüm taşra vilayetlerinde, eğer bir akrabanız karateciyse siz de onun yaptığı hareketleri yapabiliyormuşsunuz hissi olurdu. Türkiye şampiyonasına katılmıştı. Teknik lisede okuyordu. Ben ortaokul yolunda burnumu çeke çeke giderken, o seksenlere has uzun saçı, bol paçalı pantolonu, dik omuzlu ceketi, koltuğuna aldığı üç beş kitabı ve ağzında sigarasıyla Terme caddesinde dimdik yürürdü. Lisede bir sınıfa girer, o sınıfta da İmdat Avşar adlı bir arkadaşı vardır. Ben bunları yıllar, yıllar sonra öğrenmişimdir.
Dünyası güvercin kanatlarına takılmış
Bizim oralarda “bağ bağışlamak” diye bir tabir vardır. Ne zaman ki İmdat Avşar’ın Bozkırın Solan Çiğdemleri’ni okudum o vakit bana bir bağ bağışlandı. Ben de bir bozkır çocuğu olarak İmdat Avşar’a kemik saplı bir bıçak hediye etmek istedim. Ölmezsem o hediye verilecek. İmdat Avşar’ın gönlü geniştir. Daim selama teşneydi. Bir selam ver, sana bozkırın abdalları gibi güler, ne güzel peşrevler yapar; utanır, elini bağlar, dizini kırıp oturur, bir ahi olup kalakalırsın yanında. Bizim orada, Kırşehir’de, Bağbaşı’nda, cümle çöl köylerinde bilinir ki Tembel Haydar ile Fıto ellerine davulla zurnayı aldılar mı cümle alem susar, diller tutulur, ayaklar yerinde durmaz, eller oyuna durur, ağlayan yüzler gülmeye başlar.
İmdat Avşar hikâyelerinde kanlı canlı bu adamların gamı, kederi, neşesi yüzlerinden su olup akar sayfalara. Abdal deyimleri, meselleri, hikâyeleri derken, kanlı canlı abdallar ince saz takımını kurup otururlar karşınıza. “Şu garip halimden bilen işveli nazlım” deyip sözün hasını havalandırmaya başladıklarında anlarsınız ki abdalın derdi dağları deler, ciğerleri kan tutar. Ama onlar gönül kırmayı sevmezler. Bu sebepten sazın ayarını değiştirip, “dane dane benleri var yüzünde” diye çalmaya başladıklarında yüzümüzü güldürürler. Sizi bilmem ama ben Kırşehir türkülerinin en oynağını duysam ağlar, en dertlisini duysam oynamaya dururum. Bu ruh halini anlamak için İmdat Avşar’ın Tövbekârlar hikâyesini okumak elzemdir. Abdal’a adak kestirmeyi helal görmeyenlerin bakışı ile abdalın o hüzünlü ama muzip bakışıyla dünyada hiç olmamış gibi geçip gidişi kürek kemiğinize bir bıçak saplar. “Ben de yetim büyüdüm” diyen Hakverdi’nin gittiği düğünlere götürür yazar sizi. Cümle âlem düğün dernek kurmuşken, hele de o düğünde saz çalıp türkü söyleyenin yüreğinde kurulan mahşer…
Bize benliğimizin kıymetini anlatan yazarlar elbette değerlidir; ancak, bize başkalarının, bizim dışımızda olanların hikâyesini anlatan, bunu hissettiren yazarlar daha bir başka, daha bir kıymetlidir. Öğrencisi İsmail’i iliklerimize kadar hissettiren yazar Güvercin Sevdası’nda Efendi’yi çıkarır karşımıza. Oyunlara alınmayan, kenarda duran, dünyası güvercin kanatlarına takılmış, üstüne bir de iftira yemiş Efendi’yi. Nuri Pakdil, ‘ehliyet alacaklara roman okuma şartı getirilsin,’ demişti bir zamanlar. Bu fikri garipseyenlere de, ‘Roman okuyanlar başkalarının da var olduğunu bilirler. Trafikte hata yapmazlar. Cana hürmet ederler,’ yollu bir açıklama yapmıştı. Başkalarının hikâyelerini, hem de bakir bozkır insanın hikâyelerini son dönemde en iyi anlatanlardandır İmdat Avşar. Kemal Tahir’in romanlarındaki, Abbas Sayar’ın dilindeki, Emir Kalkan’ın hikâyelerindeki o kahramanlar başka veçheleriyle çıkarlar karşımıza. Öyle bir dikilirler ki dağ olur ‘kafa kağıdını’ arayan ana. Ama Devlet Sopası kalkmaya görsün, o dağ gibi adamlar, jandarmayı görünce birden Türkçe ezan okumaya duran imamlar tüm zaaflarıyla ellerini ceplerine sokup, boyunlarını büküp, yıkılır kalırlar.
Çiğdemleri Solan Bozkır da Soğuk Rüya da aynı yere parmak basar: Bozkır insanına, bozkırın o muhteşem genişliğine. Yetmedi, yazıcı bizi Güvercin Sevdası’nda da Ahi Evran gibi, Aşık Paşa gibi, Neşet Ertaş gibi çok bildiğimizi zannettiğimiz bozkır insanına, çocukluğun o acıklı ülkesine götürdü. Güçlü haliyle, zaafa düştüğü haliyle, yani bir bütün olarak insan halleriyle çıkıyor kahramanlar karşımıza. Çek Kapıyı Acından Ölsün hikâyesinde fukaralığın da insanı hayatta, ayakta tutan bir sebep olduğunu anlatıyor ama o her hikâyede satır aralarından sızan mizah duygusuyla.
Koskoca bir ömrü bir günahın pişmanlığıyla boynu bükük gezen nice adam vardır da görmeyiz o insanları. O bir günah o insanları beşer olmaktan çıkarır insan yapar da bilmeyiz. Turna Çerağı ve Teftiş Heyetinin Evliyası hikâyelerinde gizemli ve irfana matuf insanlar çıkar karşımıza. Bu yönüyle de kitap bir düğün cümbüşü gibidir. Nasıl ki düğünde her türlü insan vardır, İmdat Avşar’ın hikâyelerinde de bozkırın farklı karakterde olan oyuncularına mutlaka yer verilir. Pişmanlığını gömlek gibi sırtında yıllarca taşıyan kardeşler, gün gelir Kaşağı hikâyesindeki gibi nedamet gösterirler lakin iş işten geçmiştir.
Gülleri desteleyip gelen adam
İmdat Avşar gülleri desteleyip gelen adamdır. Belki de bu sebepten olsa gerek dura düşüne yazar. Onun bir de Azerbaycan cephesi vardır. Karabağ’a ve Hocalı’ya vurgundur. Bir güldeste de hazırlamıştır. Bozkır hikâyelerinin arasından bir çiğdem gibi baş verir Azerbaycan sevdası. Bu kitabında ise Hocalı’da Kalan Tar’ın dilinden mezalimi, Rehin hikâyesi ile de gardaşın gardaşa ettiği iyiliği de kötülüğü de yine mizahi bir üslupla anlatır.
Omzu düşük, boynu büküklerin hikâyesini anlatır İmdat Avşar. Mazlum yüzlü adamlar vardır hikâyelerinde, yetim büyüyen, yetime kol kanat geren. Bir derdi olup, derdinden alemi telaşa vermeyen yayla yürekli insanlar… Sait Faik için sıradanın güzelliğini yazdı, denilmiştir. Sıradan olanın aslında basit olmadığını, önemli olduğunu, hayatın sıradanlaştığı yerde önemin kalmadığını biliriz. Yazar, bize var olanı öyle bir anlatır ki, aslında basit, önümüzden akıp giden hayat adlı nehrin muhteşem bir mucize olduğunu gösterir. Durdurur bizi. Hızımızı keser. Önünden geçip gittiğimiz bir abdal oğlunun, bu delidir, diye mimlenen bir velinin, duvarda asılı duran sazın içinden öyle bir avaz çıkartır ki; kalakalırız. Kendimizi zamana teslim ettiğimizin farkına varırız. Yazar bizi doğduğumuz yerde gömülecek, toprağa çakılacak olduğumuzu hatırlatır. Bozkır hikâyeleri bu sebepten olsa gerek beni fena çarpar. Bozkır ayazına yüzünü çeviren insan, yazın o sarı sıcağa yakalanan çocuk, uzayıp giden yollara bakan gelin derin bir şey bulur bozkırda. Gidenin döneceği, konuşanın susacağı, koşanın yürüyeceği bir şey vardır bozkırda. Güvercin Sevdası bu dediklerimi harfiyen yapıyor. Sanki türkü yazıyor yazıcı, her satırında Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş, Çekiç Ali başını uzatır o abdal mahcupluğuyla. Öyle ki bozkırda türkü dinlemek, bozkırın türküsünü dinlemek evliya menkıbesi dinlemek gibidir. Türkü bitince dinleyenler içlerini çekerler. Cenkte Hz. Hamza şehit edildiğinde nasıl iç çekip gözyaşı dökersek, o türkülerin birçoğunda da aynı halet-i ruhiyeye düçar oluruz. İmdat Avşar hikâyelerini her okumamdan sonra derin bir iç çekerim ve bozkıra dönüş yolu nerede acaba diye yollara bakmaya başlarım.
Haydi varsın gitsin, diye bir terkip vardır Anadolu’nun, İç Anadolu’nun eski adamlarının dilinde. Boşa giden emekler için söylenir. Emeğini yele veren nice babayiğit insanın hikâyesine saygıyla dokunur İmdat Avşar. Ama bir taraftan da yara kabuklarımızı kavlatır. Kitabın son hikâyesi olan Bitmeyen Roman benim için, mecazen, üzerime alınacağım bir hikâye olmuştur. Zira, romanın, kendi romanımın sonlarına gelmişken, bozkırdan çıkan bir çocuk ve şimdi sakallarım ağarmaya yüz tutmuşken görüyorum ki: Bozkırdan çıkarken yanıma aldığım hiçbir şey kalmamış yanımda. Bozkıra, dağa taşa olan özlemim artmış. Gitmek değil, dönmek düşleri görür olmuşum. Bir Kayıp Bahar Nergisi de biz olmuşuz, diyorum sürekli bir iç göç yaşarken.
Doğdukları yerde ölenlerin o muhteşem hikâyesini anlatmaya devam ediyor İmdat Avşar. Bu hikâyeleri okurken “mayalanmış bir leğen hamur gibi kabarıp, teşneye sığmayacak göğsünüz.”
Yazarın Fransızca dersinde dayak yiyen orta mektep talebelerini ne zaman yazacağını merak ediyorum. Ve o çocukların canlarının acısından teneffüse kadar dişlerini sıkıp, bir ağacın duldasında bozlak söyleyerek ağladıklarının hikâyesini…
Yeni yorum gönder