Öğleye doğru Salorut yaylasının eteklerine vardığımızı üç el mermi sesinden anlıyoruz. Teybin sesi açılıyor. Yavaş yavaş biz de, kafilenin geri kalanı da açıklığa çıkıyoruz. Loş orman gözlerimizi bozmuş. Aydınlık birden üzerimize çullanıyor. Kafilenin ileride, kayalık geçitte birikmekte olduğunu bu yüzden biraz gecikerek fark ediyoruz. Az sonra müfreze cipleri ve askerlerle burun burunayız.
Çadırın önündeki dev çam ağaçları kömüre dönmüş. Söndü sönecek bir alev, kütüklerden birinin ucuna sarılmış duruyor hâlâ. Geceden küçük bir hatıra. Küçük yalım, küçücük bir ışığı gecenin karanlık tünelinden geçirip ertesi günün sabahına eriştirmiş. Biteviye salınıyor. Kepenek, eski cecim ve kalın yün yorganlarının altında gözlerimi aralıyorum. Doğanın yas karşısında birdenbire ileri atılmış cesareti. Kıpırdamadan, görüş açıma giren gürgenlerden birine bakakalıyorum. Annem şimdi yeleğimin içindeki keten gömleğimin cebinde. Zamanı, uyukladığım yeri ve içinde bulunduğum durumu kestirmeye çalışıyorum. Göğsümün üstünde, kat kat naylonlar içinde küçücük bir yükselti şimdi annem. Sonra parçalar birleşiveriyor ve bilincim gelip yerleşiyor. İri çiy damlaları dallarda. İpe dizili çamaşırlar gibi asılmışlar. Yaşanacak daha. Selvinaz’ın gri, süngü ucu kadar sabit gözleri üzerimde. Akıl almaz dudakları paslı kilit altında. Annesinin koynunda. Gözlerini kaçırıp yeniden dikiyor bana. Vida gibi saplanıp istediği yöne çeviriyor zihnimi. Uyuşmuş, put gibi kalmışım. Kendimle dolaysız bağım güçlenecek baktıkça. Devam et Selvi.
Ormanların yamaçlardan aşağı muz gibi soyulduğu ve çıplak bıraktığı zirveler isabet almış. Kar mı o? Gözlerimi alamıyorum bu büyüden. Kar değil. Güneşin som mızrağı. Çelik mavisi göğün altına kadar sokulan kayalıklara çarpıp kalmış. Beyaz, keskin, suskun ışık. Oysa daha gece sayılır. Bu tuhaf çelişki hazzı zihnimi uyuşturuyor ve Selvi’ye yeniden bakmaya cesaret ediyorum alacakaranlıkta. Bu kez -hesapta- saldırgan bir doğallıkla. Beni hissediyor. Yalnız ikimizin uyanık olmasından irkiliyor. Omuz silkip önüne eğiyor başını. Hayır, dünya ve içindeki hiçbir şey kımıldamıyor daha. İçimden sesleniyorum: “Selvi..!” Yorganların altından sıyrılan kaba erkek paltosunun içindeki çelimsiz vücut, o tarifsiz yüzü kaldırıp dikiyor ayağa. Hâlâ uyuyan annesinin üzerinden atlarken dilini dudaklarının kenarına sıkıştırıyor. Yüklerin arasından geçerken tökezliyor. Çamın altındaki taş oluğa doğru yürüyor. Alacakaranlıkta bir yalım gibi. Gözlerim irin gibi tetikte. Basma eteğinin altında kalçaları akıl almaz bir uyumla geziniyor. Elini oluğun altına koyup birkaç kez içiyor. Kazağının ucuna eğilip siliyor ağzını. Dönüp yürüyor. Erken olgunlaşmış bir fikrin utancı çatal göğsünü dünyaya doğru kabartmış. Bu fark edilecek. Geç başladığı okul erken bitecek böylece. Büyükleri duymuş olmalı vücudunun derinliklerindeki küçük kanlı depremi? Görmüş olmalılar dişil toprağının ani bir esrimeyle yükseliverdiğini tepecikler halinde. Sınırı izinsiz geçiveren müzik ruhuna korku ve ölçü, yüzüne yama gibi duran bir allık getirmiş. Ve iki sınıf alttaki “226”ya -bana- karşı apansız, sebepsiz bir karmaşa vermiş. İsteyerek değilmiş de sanki elinden başkaca bir şey gelmezmiş gibi gururlu ve gururlu olmak zorunda kaldığı için de kederli.
Hayatı ilerleyecek. Köyün zengin oğlunun cakalı, güneş gören arazili, nahırlı, sundurmasına “Maşallah” yazılı ve kapı sövesine geyik başı çakılı tuğladan evine doğru ilerleyecek. Bitecek hayatı. Hemençe püskülleriyle, kalın katır boncuklarıyla ve çiçek hevenkleriyle süslenmiş at verecekler altında. Çeyizinde gök mavi üstüne bordo iplikle “Kaderimse çekerim” yazılı kanaviçe. Yamuk yumuk harfler. Elle yapılmış binalar gibi nefis kusurlarla dolu. Her ilmeğini hatırlıyor harflerin. Çünkü gizli gizli Yüksel Özkasap ve Neşe Karaböcek koymuş düğüm yerlerine. “Sevdalık ettiği” erkeğe ulaşmanın günlük çile çetelesi bu. İğne oyasıyla aylarca, belki yıllarca, sofuca bir utanmazlık ve yılmaz tekdüzelikle, gizlice yol almış “kaderini” çekmek için. Ve işte, nihayet! Arkasında düğünün cenaze alayı. Evlilik cüzdanı. Üstüne adı yazılmış mezar taşı Selvi’ye doğru şimdiden yola çıkmış bile. Bilemez. Ben de bilemedim. Gözlerimden boşuna nefret ediyor bunların olacağını bilmek yerine. Aptal. Ve aynı anda da onlara tutkun. Sinir içinde. Bunları henüz nereden mi bilsin? Peki. Ve sonradan, üç gün yoldan sonra varacağız. Dağlarda okuyacağım kese kâğıdından bozma eski gazetelerin magazin sayfalarına eğilecek. Yüzü burnumda neredeyse. Kendini unutuyor sık sık. Kulak memesi ve saçının kokusu. Rüzgârda alkollenmiş dağ kekiği. Hikâye toplayacağım ona. Aptal. Resim altları okuyacağım ona, yazıları zar zor sökerek, kekeleyerek. Artist resimleri göstereceğim, hikâyeler uyduracağım. O hayatın cazibesini ve imkânsızlığını aynı anda duymanın burukluğu gözlerine bir bulut gibi sokulacak. Çubuğunun ucuyla dizlerini edeplice birleştirerek çimenlerin üzerine uzattığı bacaklarına vuracak, dalgın dalgın. Renkli sayfaların sarhoşluğundan uyanmak onu can evinden vuracak. Başını kaldırıp birden bana bakacak. Durgun sudaki halkalar gibi yaklaşıyor olacak bana gözleri o vakit. Bir anlığına. Bir soru bu. Tanıyacağım onu. Bütün cevapların sorulmamış yanlış sorusu. Bileceğim. Kasıklarımda duyacağım. Sonraları, yıllar sonra yani, yine aynısı olacak kendi düğününde. Atın üstündeyken o. Ben aşağıda yeryüzündeyken tek başıma. Ve bilmem ki bilincinde miydim o zamanlar; dünya durdukça, hayattan bundan başka bir şey öğrenemeyeceğim. Okuduğum şehirlerde öğrenci bursuyla terapilere dadanacağım. Bakış açılarını ilaç olarak satan kentli esnafın telkinleri bulamayacak bile yerini, bu ilk yangının. Hiç sönmeyen o kimsesiz alevin yerini. İlk gençliğin gecesinden bütün bir şiiri tek başına sırtlayıp hayatımı boydan boya kat edecek olan o küçük yas hacısının yerini bulamayacaklar.
Nahır ve iki köyün kalabalık kafilesi yola koyulmuş yeniden. Henüz alacakaranlık kanyonun dibinde kıpırdayan bir leke. Daha dağlar aşılacak ve bir kanalta gecesi daha olacak. Bu kez kara ormanları ve gür suları geride bırakmış, çıplak tepelere varmış olacağız. Yan yana yürüyoruz. Aramızda asılı kalan ağır sessizlik “başka şeyleri” çağrıştırmaya başlar başlamaz ineklere, köpeğe veya başka birine nafileden seslenip bir bahaneyle çıkıyor o büyünün içinden. Bir an. O anın aramızda sessizce asılı kalarak mayalanmasına cesaret edemiyor. Aramızda üçüncü bir kişiymişçesine beliren “o öteki ürkütücü zamanı” gündelik doğal zamanın içine çekip boğuyor. Çubuğunu bir şeye sallıyor ve onunla konuşuyor. Eteğini yandan işaret parmağına doluyor. Kalın erkek paltosunun fermuarını açıyor, yeniden kapatıyor. Sadece ikimizin şahit olacağı bir şey, an veya nesne, ona kalırsa aramızda bir bağ kuracak. “Gece dağlardan kurt uluması geldi, uyandın mı, korktun mu?” Sesimdeki “özel” tondan işkilleniyor. Tehlikeli sulardan beylik bir karşı-cümleyle uzaklaşıveriyor. Çubuğunu naylon lastiğinin burnuna denk getirip vurmaya başlıyor sürekli. Geceyi istemiyor konu olarak.
Başımı fesim düşecek denli geri itip tepelere bakınıyorum. Biz hâlâ alacakaranlığın içindeyken tepeler bembeyaz. Biraz ferahlamak için derin derin soluyorum. “Doğu orası” diyor, ilgimin birden kopmasından ürkerek ve dirseğinin koluma sürtünmesine izin vererek, “sınıfta öğrendik, güneşin doğduğu yere doğu denir.” “Hımmm” diye mırıldanıyorum oralı değilmiş gibi, bakışımı indirmeden tepelerden. Ama bu kadarcık sesime bile titreme sızıveriyor, engelleyemiyorum. Önüme bakıp içime dönüyorum artık. Hiç kuşku yok ki bu bilgi, öyle hissediyorum, başka hiçbir şey için değil de sırf babası yılda iki ton fındık satabildiği ve altmış kuzulu koyun besleyebildiği için, doğru. Çünkü yönlerin hepsini birden bilmek için bilgili değil, varlıklı olmak gerekir. Geçinebilmek için sadece çayır biçenler ve yıl emeği çayırı ancak nadir güneşli günlerde kurutabilenler için sadece iki yön vardır hayatta. Kuz ve güney. Hayat bu iki yönün kesin talimatlarına göre biçim alır yürür. Kuz güneşten uzakta, kara yoksunlukta bir ülkedir. Çayırlar sis içinde çürür orada. Annem, altında kaybolduğu devasa ot yükleriyle birlikte, sadece iki yön arasında yaşar, yaşamıştır. Yaşamışızdır. Öyle görmüşüzdür. Babamın gurbeti hariç, tek varlığımız annemin bu bitmek tükenmek bilmeyen yolculuklarıdır. “Kızılcıklar oldu mu, selelere doldu mu heeeeyy...” Birbiri üstüne yığılı ot yüklerini sislerin içinden çıkarıp yüklenip kuzdan güneye taşır aylar boyu. Güney, az bulunur. Ve yegâne ekmek kapısıdır. Kurutur, aydınlatır, yol gösterir. Dantelalı, evcil kör talihimize bir çeşit şefkatle bakar güney. Uzaklardaki umudumuz üzerinde parıldar. Çayırları güneye kalanlar ezelden kayırılmışlardır. Bu iki yönden ibarettir hayat. Bir çeşit gösteriş ve ayıp gibi bir şeydir o diğer ikisinin adını bilmek. “Kuz da yani aslında kuzey mi peki?” “Kuz diye bir şey yok!” “Kuz”u tiksintiyle vurguluyor. Dilinin ucuna nasılsa gelivermiş bir çöp gibi tükürüyor onu. Annesinin çalınmasın diye üstüne diktiği kırmızı iplikli naylon lastiğinin burnuyla yerdeki taşlardan birini fiskeliyor; “Kuz ne ya! Kuz yanlış. Öyle bi’şey doğru değil!”
Öğleye doğru Salorut yaylasının eteklerine vardığımızı üç el mermi sesinden anlıyoruz. Teybin sesi açılıyor. Yavaş yavaş biz de, kafilenin geri kalanı da açıklığa çıkıyoruz. Loş orman gözlerimizi bozmuş. Aydınlık birden üzerimize çullanıyor. Kafilenin ileride, kayalık geçitte birikmekte olduğunu bu yüzden biraz gecikerek fark ediyoruz. Az sonra müfreze cipleri ve askerlerle burun burunayız. En öndeki gurubun ayrıcalığı olan teyp -Erkan Ocaklı- susturuluyor. Kafilemiz birden silikleşip kişiliksizleşiyor o anda. Kadın erkek, çoluk çocuk birden aynılaşıyor, susuyor ve istisnasız herkesin suratı asılıyor. Amcamın atik bir dikkatle geri dönüp babama; “La davran! La davran!” diye sertçe fısıldadığını duyuyorum. Babam atılıp “Devlet Başkanı Kenan Evren”in sesini lastik kulpunu atlardan birinin eyerine astığı radyoda susturuyor. O arada el çabukluğuyla Ondörtlüyü çıkarıp yaşlı kadınlardan birinin kuşağına soktuğunu fark ediyorum. Amcam ve diğer büyükler de öyle yapıyorlar. Bu tuhaf, ilk kez fark ettiğim silah sevkiyatı birkaç dakikada olup bitiyor. Ama kafilenin önündeki Şamanların Mehmet dayı, ihtiyarlıktan olacak, zamanında davranamıyor ne yazık ki. Ananeye göre, yaylaya çıkıldığını ve yaza erişildiğini üç el mermiyle haber veren o olmalı. Bu eski zaman çetecisinin ilkyaza duyduğu hassas minnettarlık bir başçavuş tarafından oracıkta köreltiliyor. Saklaması imkânsız. Zaten artık hep nemli olan ihtiyar gözleri pınar olup akıyor Mehmet dayının. Uluyarak yalvarıyor neredeyse. “Allah namus için, Kelam-ı Kadim için efendiler! Başka kimim kimsem yok benim bu dağlarda!” Hayır, kâr etmiyor. Başçavuş ağzındaki tütünü yana tükürüp dik dik bakıyor. Çare yok. “Urus işgalinden” kalmalığını ve kekelemek (tutukluk yapmak) nedir bilmemekliğini her defasında gururla anlattığı “Orta Barabenli”si böylece özel hazinesinden Ordu envanterine geçecek ve yayladaki evi -ona da ev denirse!- dört ay boyunca yasa boğulacak. Barakanın zaten hal kalmamış sac ve hartama damı sanki içine biraz daha çökecek. O “haneden” kimsenin ağzını bıçak açmayacak yaz boyu. “Emanet” belindeyken yaylanın yurdunda (erkeklerin akşamları dağdan malların dönüşünü beklerken elleri kıçları üzerinde salına salına yürüdükleri meydanda) milletten çocuk gibi köşe bucak kaçacak koca Mehmet dayı. Beylik gururunun hep gönderde duran görünmez bayrağı yaz boyu yarıya indirilmiş olacak. Yaylanın yaşlıları bazı geceler, o kaburgaları çıkmış peykenin üstünde, idare lambasının altında bağdaş kurup teskin edecekler de Mehmet dayı teselli bulmak yerine bu defa da hareminin böyle taziye evine dönmüş olmasına içerleyecek. Gündüzleri, “yalağuz” Karabuğra dağı taraflarındaki Tekmezar’a gidecek. Yatırla konuşmaya.
Yatırla dertleşirken bir yandan da mezar taşının etrafına, kuytu köşeye ve taş duvarların deliklerine naylonlar içinde büzüştürülüp sokuşturulmuş gazete kâğıdı tomarlarını, çer çöpü, öteberiyi çıkarıp rüzgâra verecek.
Yeni yorum gönder