“Yapmamayı tercih ederim.” Melville’in meşhur kâtibi Bartleby’nin bu şiarı, dünyaya en net karşı duruşlarından biri olarak kabul ediliyor.
Enrique Vila-Matas da bu kurgu karakteri alıp kurguları üretenlerle bir araya getirmişti Bartleby ve Şürekâsı isimli kitabında. “Bartleby sendromu”na yakalanmış yazarları –ret yazarlarını– roman, deneme ya da küçük bir ansiklopedi olarak tanımlanabilecek kitabında tanıtmıştı; hiç yazmamış, yazamamış, daha da garibi, önemli eserler yayımlamış ama bir noktadan sonra yazmayı reddetmiş olanları...
Bir anlamda bitmemiş metinler, taslaklar ve yayımlanmamış kitapların planları arasında gidip gelen bir kitapla karşı karşıya bırakmıştı bizleri. Buradan yola çıkarak belki şöyle bir yargıya varılabilir: Eğer Bartleby ve Şürekâsı’nda sıralananlara benzer bir durum söz konusu değilse, sanırım her yazarın yayımlanmış eserlerinin toplamına “bitmemiş külliyat” gözüyle bakabiliriz. Yazarların geride bıraktıkları notlar, taslaklar bir yana, düşüncelerindeki planları –“kafada bitirilmiş” hikâyeleri– asla tahmin edemeyiz ne de olsa. Erken yaşta hayatını kaybeden üretken yazarları göz önünde bulundurunca, bu, daha da somut bir biçimde ortaya çıkıyor. 2003’te bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrılan Yücel Balku’nun, genişletilmiş yeni baskısı yapılan Bitmemiş Külliyat’ını da sanırım bu şekilde değerlendirebiliriz.
Kuşkusuz Yücel Balku’yu, “Balku” imzasıyla Hayalet Gemi dergisinden hatırlayanlar olacaktır. Ancak kendi adıma; Balku’yla tanışmama, Bursa Osmangazi Belediyesi’nin 2001’de düzenlediği Ahmet Hamdi Tanpınar Deneme Yarışması’nda birincilik ödülüne değer bulunan denemesi vesile olmuştu. (Geç bir tanışma...) Bu yazı daha sonra hem Bursa Defteri dergisinde yayımlanmış hem de –yanlış hatırlamıyorsam– belediyenin söz konusu yarışmanın ardından bastığı özel bir kitapta yer almıştı.
Açıkçası Bursa’da büyümüş ve defalarca Koza Han’a uğramış olmama rağmen, Balku’nun “Koza’nın Kapıları” denemesindeki bakış açısıyla görmemiştim hiç orayı: “Koza Han’ın dört girişi vardır. Girdiğiniz kapı sizi ele verir. Ulucami tarafındaki alçakgönüllü kapıdan girdiyseniz, muhtemelen şehre yabancısınız, turistik bir merakla girdiniz. Belki şehre aşinasınız ama oturmaya niyetiniz yok. (...) Kapalıçarşı tarafından girdiyseniz soluklanmaya ihtiyacınız var demektir. (...) Eğer Orhan Bey Camii’nin aralığındaki kapıdan girenlerdenseniz, sizin almakla, vermekle, gezmekle işiniz yok. Öğrencisiniz ya da öğrenciliğinizin hatıraları çok taze. (...) Ama yok, ben bunlardan hiçbiri değilim, ben dördüncü kapıdan girdim diyorsanız, ben size ne diyeyim? Koza Han’ın iç avluya açılan dördüncü kapısının hem girişi hem de çıkışı sanki ehil olmayan gözlerden gizlenmiş gibidir.”
Koza Han’ın avlusundaki –ipek gibi– Türk kahvesinin tadı yıllardır hiç değişmiyor sanki, ama “Koza’nın Kapıları”nı okuduktan sonra, hana hangi kapıdan girdiğim o civarda bulunma nedenine göre artık değişiyor!
Yalnızca “Koza’nın Kapıları” değil, Balku’nun diğer metinleri de insanı benzer bir şaşkınlığa sürüklüyor; hatta daha derin bir şaşkınlığa. Kitapları hakkında yazılanlara bakıldığında bile, etki alanının genişliği fark edilecektir. Hikâyelerinin gizemli, gerilimli, karanlık atmosferi; polisiye temeli; efsanelerden, söylencelerden, masallardan beslendiğinin belirginliği; dili, kullanılan sözcükler okuyanı hemen kuşatan özellikler arasında. Ve elbette merak uyandırıyor olmaları...
Balku’nun hikâyelerini, şiirlerini, denemelerini ve hatta mektuplarını içeren kitapta, belki de merak duygusunu en çok körükleyen metin ise, yazarın tamamlayamadığı “Yedi Güzel” adlı “kurmaca tasarı.” Sabir Rızayev’in Genceli Nizamî’nin “Yedi Güzel” şiirinden esinlenerek yaptığı ve her birinin farklı milletten bir prensesi tasvir ettiği tabloları üzerinden kurulmuş hikâye.
Ressam, tabloları yaptıktan kısa bir süre sonra atölyesinde ölü bulunmuş ve tablolar ortadan kaybolmuştur. Teşkilat, tabloların olabileceğini tahmin ettiği ülkelerde yerel ajanlarını harekete geçirerek tabloları buldurmuştur. Sonrasında, bir dedektif romanı yazma isteğinde olan paralı asker Faruk Keskin’le irtibata geçen teşkilat, ondan bu tabloları bulup getirmesini ister. Kod adı olarak tablolardaki prenseslerin adlarını kullanan yerel ajanlar, tabloları teslim etmeye hazır olduklarına dair mesaj göndermişlerdir; ancak “Humay” kod adlı ajandan haber alınamamaktadır. Açıkçası polisiye tadı hissedilen, simgelerle yüklü bu metnin parçalarının birbirine nasıl bağlanacağını kestirmek güç. Yarım kalmış olması gerçekten de çok üzücü...
Son sözü, kitabın hazırlık aşamasında önemli katkıları olduğu anlaşılan Murat Gülsoy’a bırakabiliriz. Yarım bırakılmış bir paragrafla başlayan yazısını Gülsoy şöyle devam ettiriyor: “Yarım kalmış bir cümle. Bir öykünün ya da bir romanın girişi olabilecek bu paragrafın devamını merak edenler Yücel Balku’nun Sükût Ayyuka Çıkar adlı kitabını bulup okuyabilirler. Ancak bazı metinler yarım kalır.
Oğuz Atay’ın Eylembilim’i, Tanpınar’ın Aydaki Kadın’ı gibi kimi yapıtlar yazarlarının ömürleri yetmediği için yarım kalmıştır. Bu yazarların ne düşlediğini merak edenler için bu yarım kalmış metinler ayrı bir anlam taşır. Yazarın ölümü, insanın ölümlü olduğu gerçeğini çok farklı bir düzlemde simgeler. Her ölüm, geride tamamlanmamış bir hayat bırakır. Ödenmemiş faturalar, bitirilmemiş işler, henüz gidilmemiş randevular, gerçekleştirilmemiş hayaller...
Ancak yazarın ölümü farklıdır. Geride yarım kalmış yapıtlar, henüz yazılmamış kitaplar bırakır. Yücel Balku’dan da geriye iki adet tamamlanmış kitap kaldı. (...) Tabii defterlerini, notlarını, çevirilerini, denemelerini de eklemek gerekli geride kalanlar listesine. Yazarın geride bıraktıklarının listesi ne kadar kalabalık olursa olsun mutlaka henüz yazmadıklarından oluşan bir olasılıklar dizisi de vardır. Hele ölen yazar Yücel Balku gibi otuz dört yaşındaysa...”
Yeni yorum gönder