Okumak, yazmak, gezmek... Halil İbrahim İzgi’nin hayatında bu üç kavram sık sık yer değiştiriyor. Cüda romanı sonrasında haritayı genişleten yazar, Annemin Coğrafyası’nda köklerinin peşinde Balkanlara uzanıyor. Camera Obscura ise yanı başımızdaki dinmeyen ateş Suriye’nin göçmenlerine odaklanıyor. “Kitaplar yalnız olmadığımı öğretti” diyen İzgi ile kelimeleri, seyahatleri, edebiyatı, kitapları ve diğer sanatları konuştuk.
Kelimelerin insan ruhunun aynası olduğuna inanıyorum. Kelimeler olmasa neye benzediğimizi tarif etmemiz pek mümkün olmazdı. Başka kişilerle benzerliklerimizi, tanımadığımız kişilerle aslında tanış olduğumuzu kelimeler olmasa nasıl fark ederdik bilmiyorum. Bazen baktığımız bir tablo gibi kelimeler, bazen bizi teselli eden bir yol arkadaşı, bazen de tam yakıtımız bitecekken doldurduğumuz benzin. Nasıl tarif edersek edelim kelimeler hayatımızı ve dünyayı iyileştirmek için elimizde bulunan en iyi ilaç. Reçete gerektirmeyen ilaçlar. Hayatımızın tortusudur kelimeler, duygular geçtiğinde bıraktığı iz bir anlamda yaşamış olduğumuzun kanıtıdır. Yazının hammaddesi ve büyülü karışımların iksiri. Her bakışımızda hayranlıkla bizi bizden alan ev yapımı ab-ı hayat.
Lise yıllarındaki gayretli ama başarısız deneyimlerimi saymazsak, üniversite yılları yazmanın büyüsüne kapıldığım zamanlardı. Allah vergisi bir yeteneğim olmadığı için çok fazla yazarak bu açığı kapatmaya çalıştım. Kelimeleri sevdikçe onlar da beni sevmeye başladı. Küçük ablam Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın çıkardığı Gençliğin Sesi dergisine yazılarını gönderirdi ve yayınlanmıştı da. Onun ifadeleri gerçekten etkiliydi. Berrak bir zihin ve güçlü bir kalple yazıyordu. Yazmaya devam etmesini gerçekten isterdim. O pek bilmese de beni teşvik eden yazdıklarının dergide yayınlanıyor olmasıydı. Bir derginin yazısını yayına değer bulması gayretli bir genç için önemlidir. Okuduğum her güzel yazı beni teşvik etti. Adeta “Haydi ne duruyorsun yazsana” dedi. Yayın yüzü gören ilk metnim yine bir öğrenci dergisi olan Biat’ta yayınlanan bir şiirdi. Rahmetli Asım Gültekin’in teşvikiyle yazmıştım. Yayın yüzü gören ilk ve son şiirim oldu. Sonrasındaki bir iki denemeyi bir kenara bırakırsak yazdığım tek şiirimdi. Ama yayım dünyasına böyle bir kapıdan girmiş oldum.
Camera Obscura, karanlık oda demek. İçinde bir paradoksu barındırıyor. Herkesin görebileceği bir fotoğraf önce karanlık bir odaya giriyor. Bu bana ilginç gelen bir süreç. Fotoğrafçılığa münhasır olsa da hayatımızın diğer kısımları için de geçerli. Suriye’de yaşanan insanlık dramının yakın şahitleri arasında oldum. Halepli insanlarla çok zaman geçirdim. Çok fazla hikayelerini dinledim. Suriye’de ya da Türkiye’de Haleplilerle karşılaştığımda onların şehirlerine olan saygıları ve çelebi tavırları büyük bir saygı duymamı sağladı. Yüzeyde görünen hikayelerin çok derin kökleri ve bağlantıları var. Bu bağlar neredeyse tüm dünyayı kuşatmış durumda. Salgın süreci bizleri evlerimize sığınan mültecilere dönüştürdü. Trafikte geçirdiğimiz zaman veya gezmeye gittiğimiz hafta sonları azaldı. Bunu bir imkan olarak gördüm ve biriken Halep hikayelerini roman formunda bir araya getirmeye gayret ettim. İnsanız ve hepimizin birbirimize bir gönül borcu var. Bir merhem varsa elimizde bunu yaraların kapatılmasında kullanmalıyız. Yaşanan acılar geride kaldığında gazetedeki acı haberlerden fazlası olsun istedim Halep hakkında. Bu benim Halep ismindeki dünya güzeli şehre olan borcum. İnşallah bir nebze de olsa ödeyebilmişimdir.
Bildiğim her şekilde Balkanları sevmeye devam etmeyi arzu ediyorum. Cüda’da Saraybosna’dan Filistin’e ve daha sonrasında tüm dünyaya yayılmış bir hikaye vardı. Annemin Coğrafyası benim için içsel bir yolculuk. Gazete ve dergilerde yayınlanmış yazılarımın bir çatı altında bir araya gelmesi. Bu yazıları kaleme alırken hep annemden duyduğum türkülerin ve sınırları taşan vatan düşüncesinin bana eşlik ettiğini düşündüm. İstanbul’dan daha önce vatanımız olan toprakları zorlu şartlardan geçtik diye sevmeyi bırakamayız. Kalp sevmekten yorulmaz. Annemle gitme imkanı da bulduğum bu topraklar klostrofobik düşünce dünyamızın kireçlerini çözüyor. Balkanlara baktıkça kendimizi görüyoruz. Sevdikçe daha çok sevmek istiyoruz, belki bir ömrün yetmeyeceği kadar çok. Ana vatanımız, analarımızdan öğrendiğimiz vatandır ve Rumeli, bana annemin sevdirdiği bir coğrafya. Anıların arkeolojisini yaparken kurduğum bir müze diyebilirim. Ama bu müze sadece geçmişi değil geleceği de anlatıyor. Yaşıyor ve yaşatıyor.
Seyahatlerim sırasında çok sayıda kitap ve yazar yeni seyahatlerin kapısını açtı bana. Hemen hemen her şehre bir kitapla girdim ya da zihnimde bir kitapla çıktım diyebilirim. Üsküp’ten Kosova’ya Yavuz Bülent Bakiler’in bir kitabı mesela. Onun seksenlerdeki yolculuğunun izlerini sürmek üzere gittiğimde Struga’da kalmak istedim. Tek sebebi orada bir şiir akşamına katılmış olmasıydı. J. D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabını okumasaydım New York gitmek için ne kadar cazip olurdu veya Paul Auster’ın kitapları olmasa Brooklyn yine aynı şekilde cazip gelir miydi bilmiyorum. Budapeşte’ye gittiğimde çocukluk kitabım Pal Sokağı Çocukları’nın izini sürmüştüm. Weimar’da Goethe’nin son nefesini verdiği yatağın başındaydım ve öncesinde mektuplarından oluşan kitabını okumuştum. Goethe olmadan Weimar benim için sıradan bir Alman şehri olurdu ve oraya gitmek için zorlu bir yolculuğa talip olmazdım herhalde.
Kitaplar yalnız olmadığımı öğretti, onlara minnettarım. Gündelik hayatımı yönlendirirken onların bilgeliklerinden ilham alıyorum ama kararı onlara bırakmıyorum. Son söz kalbimize aittir. Oradan çıkmayan bir kararın pişmanlık doğurabileceğini düşünüyorum. Hayatın bir Dostoyevski romanını andırdığı zamanlar oluyor elbette ama Allah bizi dünyaya gönderirken kendi romanımızı yazmamızı istedi ve bu romanın adı hayat.
En sevdiğim roman kahramanı Pal Sokağı Çocukları’ndaki Nemeçek. Hayatı pratiklerle yaşarız ama değerlerle anlamlı kılarız. Değerlerimizi hatırlatan çocukluk kahramanlarımız hayat boyu bizi bırakmaz. Nemeçek, benim için dünyadaki iyi ve onurlu insanları temsil ediyor. Vefayı, kaybederken kazanmayı ve sadakati.
Coen Kardeşleri sıkıcılığa meyyal olmalarına rağmen severim. Fargo başta olmak üzere filmlerinde güçlü bir anlatım tarzları var. Wes Anderson’un çatlak anlatım tarzı güldürüyor. Büyük Budapeşte Oteli’ni severek izlemiştim. Tarantino filmlerini de severim. Şener Şen ve Yavuz Turgul ikilisinin Türkiye’nin hikayesini güzel sarmaladığını düşünüyorum. Mustafa Uslu’nun Ayla ve Naim başta olmak üzere filmlerini takdir ediyorum. Yelpazem geniş. Türleri ve bakış açıları farklı olsa da iyi hikaye anlatıcılarına içten bir saygı besliyorum.
Müzikte coğrafya belirleyici bir rol oynuyor. Sevdalinkaları çok seviyorum, Boşnak aşk şarkıları. Sevgilinin duyacağı kadar yüksek başka kimsenin duymayacağı kadar kısık diye tarif edilir sevdalinkaların tonu. Büyük kızımın rafine müzik zevkiyle iyi bir plak seçkimiz oluşuyor. Ama benim tercihim yine coğrafyalara kulak vermek. Bir arkadaşımdan ödünç aldığım Ümmü Gülsüm plağı ile Rika Zarai’nin Chante Israel’i yan yana duruyor. Hava Nagila’yı karaoke söylediğimde şaşıran yakınlarım olmuştu. Aynı şekilde Ramallah’ta bir gece yarısı dinleyerek tanıştığım Walid Tawfiq’in doğum günün şarkısı Enzel Ya Gamil severek dinlediklerim arasında.
Cüda’nın yayınının ardından beş yıl geçti ve bu beş yılda farklı kitaplar kaleme aldım. Önümüzdeki dönemde yayım süreçleri tamamlanıp okurla buluşacaklar inşallah. Kalemimi farklı türlerle zenginleştirmeyi seviyorum ve çocuklar için yazmaya başladım. Her sabah kalktığımda bir çocuk kitabı bölümü yazıyorum. Yeni çıkan kitapların hepsini takip etmek mümkün olmasa da göz atmaya gayret ediyorum. Özgüveni yüksek ve kendi kelimeleriyle okurlarını arayan yeni yazarları, Türkçe öğrenen yabancı dildeki kitapları ve akademik hayattan sivil alana geçiş yapan tez kitaplarını görmek mutlu ediyor.
Yeni yorum gönder