Hiç’in peşinde alemleri gezen çok adam. Marmara Denizi kadar rakı içtiği rivayet edilen efsane adam. Kültür Bakanlığı’na göre ‘Türk, şair, neyzen, kendine özgü yergileri ve yaşam biçimiyle adını duyurmuş’ meşhur adam. İki şiir kitabına elbette sığmasa da ‘hiç’in azab-ı mukaddesi’ sayılan yok adam. Özdemir Asaf’ın hürmetle anarak “Bütün metrelerin ve santimlerin / bütün kiloların ve gramların/ bütün rakıların /ürktüğü adam” dizeleriyle ‘Portre’sini yazdığı tarifsiz adam. Yersiz, yurtsuz, neyi göğsünde, evi omzunda ‘haneberduş’ adam. Hayatı ney, mey ve şiir olan, aşkı ise neyde nağme, meyde esriklik, şiirde çığlık olan çocuk adam. Veli ile deli arasında her türlü imtiyaz farkını ortadan kaldıran seçkin adam. “Felsefemdir kitab-ı imanım//taparım kendi ruhumun sesine/secde eyler hakikatım her an/kalbimin ateş-i mukaddesine” dizeleriyle varlık sebebini yokluk sebebine çeviren feylesof adam. ‘Tutunamayan’ taklitleri ile ‘nihilist’lerin görmezden geldikleri modası geçmiş adam. Hakkındaki rivayetlerin çokluğuna bakılırsa aynı anda birden fazla yerde bulunmuş, birden çok kişi olarak yaşamış bir adam, pir adam. Kalenderi dervişlerinin son temsilcisi olarak yaşamış ve sonsuzluğa göçmüş rind adam. Tekkesi kalbi olan, ‘seyyar kalenderlik okulu’nun müritlerini hayat cemi’yle tanııştıran baba adam. Atatürk’ün ‘Neyzen gelmemiştir, keyfi gelmiştir’ diyerek hem sanatına, hem şahsına saygı gösterdiği hürmetli adam. Bir ‘hiç’ uğruna efsane olan son adam. Bir Bektaşi babasının “Neyzen düz, ters olan biziz” dediği adam. Dem görüp ruh hamlesi yapan adam. Bektaşiler için içmek dem görmektir. Mevlevilikte de demin çeşitli anlamları vardır, bir anlamı tav, bir anlamı tav, zaman ve sestir, gözyaşı anlamına da gelir. Neyzen de, dem görüp, gözyaşını değil, içini neye döken adam. Sazını yenmiş insan. Zamana dökülen ses. Ses adam.
Neyzen Tevfik, yaşamı, sanatı, dünyası, dostları, yaşarken ve ölümünden sonra hakkında yazılanlar ve söylenenlerle, fıkraları, anektodları, hicivleri, şiirleriyle, hele bazı şiirleriyle, Hulki Aktunç’un ‘Büyük Argo Sözlüğü’ne bile girmesi ‘sakıncalı’ bulunabilecek bir ‘efsane’ kişilik. İstibdat rejiminde, İttihat ve Terakki döneminde izlenmiş, gözaltına alınmış, sorgulanmış, tutuklanmış, Cumhuriyet devrinde ise gerek yeni rejime inancı, gerek Gazi’ye bağlılığıyla, neredeyse sınırsız bir özgürlük içinde rakısından esrarına, afyonuna bağımlı olduğu her şeyi içmiş, kullanmış, bağımsız bir biçimde şiirini söylemiş, taşını atmış, heccav olmuş hicvetmiş ve yine aynı ‘özgürlük’ içinde köşklerden duvar diplerine, yangın yerlerinden bekar odalarına, saraylardan Gazi’nin sofrasına, meyhanelerden tımarhanelere yattığı, misafir olduğu her yerde neyini de üflemiş. Neyzen Tevfik’in ‘sivil’ söylemi ve yakıcı dilinden payını almayan hiçbir şey, hiç kimse kalmamış.
Bazılarının efsanesi kendisini geçer, çoğu efsane için böyledir. Neyzen içinse belki de efsanesine bu kadar yakışan insan az bulunur dense yeri var. Tanıyan, tanımayan herkesin hakkında bir cümle söylediği ve tarif etmekten çok tarifsiz kılmaya çalıştığı bir adam o. Neyzen, meyzen ve heccav olarak bir feylesofun ya da Kalenderi dervişinin portresi. Bir gençlik resminde, gözleri çıplak, kendisi giyinik bir derviş gibi durur. Neyzen’in hem neyi eksik eski dervişlerden, hem de neyi eksik değil diye, onun ‘hiç’liğine uygun, bir parça ironi de taşıyan bir cümle kurulabilir. Hem Neyzen de öyle söylemiştir: “Yok olmadan var olmanın yolu yok/Kendin gibi seni arayan pek çok”.
Efsane üretimi başlayınca kaçınılmaz olarak ona dair meseller, anektodlar da hızla üretilecektir. Bu sayısız üretimden biri , doğruluk eğrilik payı bir yana, hem ironik hem de Türkiye’nin son yıllarında giderek can acıtıcı bir hale dönüşen ve barışın gölgesinin bile silinmeye başladığı günümüzde çok anlamlıdır: Asker Balkan harbine gitmektedir, halk köprüde toplanmış, askere ‘Allah galip eylesin’ diye tezahürat yaparken, Neyzen ‘Allah rahmet eylesin’ diye bağırmaktadir.
Hem delide hem velide görünür Neyzen de, bazıları onu ‘gölge etme başka ihsan istemem’ diyen Diyojen’e benzetir: Türk Diyojen. Başkalarına da benzetenler olmuştur kuşkusuz, ama ney ile mey arasında böylesine ‘biricik’ bir yaşamı süren pek az kişi olmuştur: “Bir ot idin, kamış oldun, ney oldun/ feryadına karşılık hey hey oldun/ su, kök, filiz, asma, üzüm, mey oldun /her katreni bana umman edersin”. ‘Değil mi?’ başlıklı uzun şiirinin son dizesi bir bakıma Neyzen’in pek az şeyle, şiirle, meyle, neyle yetindiği, ama öte yandan bir katreyi de bir ummana dönüştürdüğü, umman ve humma arasında ses benzerliğinden öte bir yakınlık da olabilir, verimli, bereketli hikayesini de anlatır. Böyle bir kişiliğin hayat hikayesinin de sıradan olmayacağı muhakkaktır.
Neyzen Tevfik 1879’da Bodrum’da dünyaya gelir. Samsun- Bafra’ya bağlı Kolaylı beldesinden olan babası Hasan Fehmi Bodrum’da öğretmendir, esprili, aydın bir insandır. Tevfik, neyle yedi yaşında Bodrum’da tanışır ve bunu lisan-ı münasiple değil lisan-ı muhteşemle anlatır: “O gece, deniz, ayın gümüşten ışıkları ile pırıl pırıl pırıldadığı gece bir aralık, oturduğumuz yere yaklaşan iki gölge-yüzlerinde aşkı hüda parlayan iki hayal-i garip-hazirunu selamlayarak bir köşeye oturdular. Bunlardan biri biraz sonra koynundan uzun bir şey çıkardı ve ‘ya destur’ dedikten sonra üflemeye başladı. Yanındaki arkadaşı da yanık ve güzel sesi ile ara sıra gazel okuyordu. Ben babamın dizinin dibinde çocuk ruhumun olanca kudretiyle dikkat kesilmiş, bu düdüğü dinliyordum. Dinledikçe de-allahü alem-bir daha aklıma rücu etmemek üzere kendimden geçmiştim. O gece Ege Denizi’nin cavidani dekoru içinde benliğimi saran o lahuti sestir ki beni bugünkü derbeder, ne aradığı, ne istediği bilinmez, bazan Eflatun kadar akıllı, çok kere de tımarhaneye iltica edecek kadar bedmest Neyzen Tevfik yaptı.”
Aynı sıralarda sar’a(epilepsi) hastalığı başlar, bunu tetikleyen olay da, çarşıda 15 kadar eşkıyanın sırıklara geçirilmiş bir halde halk arasında dolaştırılan kanlı başlarını görmesidir. Babası onu hemen bir demirci dükkanına soksa da, Tevfik göreceğini görmüştür. Gezgin saz şairlerinden Leyla ile Mecnun, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber hikayelerini dinlemesi de aynı zamana rastlayacaktır. Babasının tayin olduğu Urla’da, çarşıdaki bir dükkandan gelen ney sesi, 13 yaşındaki Tevfik’i ilk hocası berber Kazım Ağa ile tanıştırır. İlk sar’a nöbetini de 14 yaşınnda Urla’da geçirecektir. Bunun üzerine eğitimine ara verilir.
Evden kaçışı, İzmir mevlevihanesinin gönüllü çömezi oluşu, istibdat karşıtı düşüncelerle tanışması, Şair Eşref’in hiciv şiirlerinden etkilenmesi, Arapça, Farsça öğrenmeye başlaması ve babasının onu bulup İstanbul’a medrese tahsil etmeye göndermesi...Fethiye medresesine gittiğinin ertesi günü Yenikapı, Galata mevlevihanelerinde alır soluğu. Akabinde de Mehmet Akif Ersoy ile tanışıp dost olur. 1900’de ilk plak doldurma teşebbüsü. Çok içkili olduğu için başarısız olur, ama plak basılıp dağıtılır yine de, daha sonra ‘yüze yakın plak’ doldurduğunu yazacaktır. 1901 hem kahvehanenin, hem meyhanenin koyu müdavimi olacağı yılların ilkidir, çünkü sarık ve cübbe taşımıyor, Mehmet Akif’in verdiği setre pantolonu giyiyor diye medreseden, namaz kılmadığı ve abdest almadan ayine katıldığı için mevlevihaneden atılmıştır. Mehmet Akif’in koruyucu sevgisini üzerinde hisseden Neyzen, onun sayesinde pek çok tanış edinir: İbnülemin Mahmut Kemal, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Hacı Arif Bey, Tanburi Cemil, Udi Nevres...
İstibdat aleyhindeki uluorta konuşmaları nedeniyle mimlenen Neyzen, 35 kez jurnal edilip, sorgulanır ve tutuklanır. Dostlarının zarar görmemesi için de muhitlerine uğramaz, başıboş, serseri yaşamaktan da bıkarak 1902’de deniz yoluyla Mısır’a gider. Oradaki 7 yıl boyunca da ‘en yüksek şahikalardan haşhaş kokulu esrar bodrumlarında’ tümüyle ‘serazat’ bir yaşam sürer, oraya kaçmış ‘hürriyetperver’ Türklerle arkadaşlık eder, plak doldurur, yine konuşur, yine hapis yatar, Eşref’in yazdıgı bir hicviyeyi gazetecilere okuduğu için aranır, Kahire dışında ‘Kaygusuz Abdal Mağarası’ adlı bir Bektaşi tekkesinde saklanır. Şair Eşref’le vedalaşıp Mısır’dan ayrılır, II. Meşrutiyet’in ilanından 28 gün sonra 8 Ağustos 1908’de Sirkeci rıhtımına ayak basar. Bu kez de İttihat ve Terakki’yi eleştirdiği için tutuklanır. Evlenir, üç aylık kızı Leman’ı ve karısını, kayınpederi alıp götürür.
1919’da ilk kitabı ‘Hiç’ yayımlanır, 1920’lerde tımarhane ile tanışır, 1923’den itibaren ulusal kurtuluş savaşını ve cumhuriyet devrimlerini destekleyen, öven şiirler yazar, 1927’de hem sar’a hem de alkol yüzünden Toptaşı tımarhanesi ile Zeynep Kamil hastanesinde tedavi görür, 1928’de Mısır’daki Mehmet Akif’i ziyarete gider, 1 yıl kalır, bu ziyaret onun vefalı kişiliğine delildir, 1929’da konserler verir, 30’lu yıllarda ‘vali ve belediye reisi’ Muhittin Üstündağ’ın girişimiyle Konservatuar’da görevlendirilir, 40’lı yıllarda hem dostları hem de doktorları Mazhar Osman ile Rahmi Duman tarafından Bakırköy akıl hastanesinin 21 nolu koğuşu ona tahsis edilir, istediği zaman gelir, yatar, dinlenir, tedavi olur, çıkar, gider, yeniden gelir, 1949’da dostu İhsan Ada, Neyzen’in gözetiminde, yazı ve şiirlerinden bulabildiklerini ‘Azab-ı Mukaddes’ başlığıyla kitaplaştırır, 1952’de dostlarının ısrarıyla Şehir Tiyatrosu’nda jübilesi yapılır, ‘sebat ettiğim tek şey sebatsızlığımdır’ diyen Neyzen, 28 Ocak 1953’de ölür. Daha doğrusu, Selahattin Enis’in deyişiyle “ruh-u beşer üzerinde tesis-i saltanat etmiş bağrı açık yalınayak bir hükümdar” olarak aramızdan ayrılır. Yakın dostlarından Hakkı Süha Gezgin ‘Neyzen’in Cemaati’ yazısında, efsanenin ölümün de hakkını verdiğini belirtecektir:”Neyzen’in huzurundayız, bu kalabalık, onun cemaatidir. Kimler yok ki, başta vali hasta döşeğinden kalkıp gelmiş, muavinler, daire müdürleri, kalburüstü memur sınıfı, sonra üniversite kadrosu, profesörleriyle talebesiyle orada, edebiyat ve san’at adamları, isim yapmış büyük şahsiyetler, her biri yolunda yeni fetihlere, yeni ganimetlere ermiş meşhurlar, şairler, romancılar, münekkitler, sahne adamları, sonra musiki çevremiz, dergah erenlerinden sokak kemancılarına varıncaya kadar hepsi orada. Bunlardan başka sarhoşlar, esrarkeşler, ayyaşlar, serseriler... Onlar da derlenmişler, toparlanmışlar, kılıklarını düzeltmişler, ‘neyzen baba’larının tabutuna sarılmışlar, Tevfik’in cenazesi altında işte bunlar yan yana, omuz omuza birleşmişlerdi.”
‘Azab-ı Mukaddes’in başında ‘uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma, o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara neyimle ve meyimle bir kuru yaprak gibi savruldum’ deyip, “Mey’de Bektaşi göründüm, ney’de oldum Mevlevi” dizesiyle mezhebini ve meşrebini sofuluktan uzak rindane bir tutuma eriştiren Neyzen, “Meşrebim Mollayi Rumi, mezhebim Bektaşi’dir/Ta ezelden yandı dilde bu çerağ-ı manevi” diyerek neyle meyi şiirde buluşturan bir ‘hiçoğlu hiç’ olarak dünya gurbetinden göç edecektir.
salih oral a hitaben : bir çok tarih yazarının da ortak beyan ettiği üzere kendisi Samsun İli Bafra İlçesi Kolay Kazasından dır ve orda kendisininde büstü mevcuttur.. Öğretmen olan babasının tayini üzerine Urla ya göçmüş ordan da İstanbul da yaşamını ikame etmiştir. Bilgilerinize...
bu derbeder ve hayatı geldiği gibi yaşamayı seçen ,Bodrum lu olduğu heryerde söylenen çoğunlukla İstanbul'da yaşamını ikame etmiş insanın maalesef hiçbir yerde ne bir büstü ne bir sokakta adı var-nur içinde yatsın
Yönetmen Mümtaz Ener'in aynı zamanda Neyzen Tevfik ile tedavi gördüğü dönemde yaklaşık 20 dakikalık bir Neyzen Tevfik görüntüsünün peşine düşmüştüm.Vefatından hemen sonra üzerinden çıkan küçük kağıt parçaları üzerine Osmanlıca tutulmuş notlarla karşılaşmak unutulmayacak bir anı benim için.Sahaflık mesleği -şahit olmak- gibi...
Yeni yorum gönder