Her yıl baharın gelişini, yıl boyu merak ettiğimiz filmlerle kutladığımız, karanlık salonlara çekilerek, çıkardığımız mini listelere tik atarak, kaçırdığımız filmlere hayıflanarak, içinden sinema geçen iki haftayı doya doya yaşadığımız nisan ayı, 15'ine kadar İstanbul Film Festivali'yle daha renkli bir hale geliyor yine.
Hem nisan ayının, hem de festivalin en büyük renklerinden birine birkaç yıl önce veda etmiş olmanın hüznünü de unutmadan elbette.
Bir yandan, Emek Sineması'nda geçirdiğimiz harika seyirleri anıp, haksızca ve gerekçe göstermeden kapatılmış bu binaya özlemimizi artırırken, diğer yandan festival coşkusunu buruk bir biçimde yaşamaya çalışıyoruz, bu nisan ayında yeniden. Kitlelere yapılan haksızlıkları, festival kapsamında çeşitli bölümlere serpiştirilmiş filmlerle hatırlıyor ya da fark ediyorken, Emek Sineması'nın festival seyircilerinden çalınmış olması gibi bir haksızlığı da unutmamaya çalışıyoruz bir festival süresince daha. Elimizden geldiğince ve yine iki film arasında koştururken...
Her şeye rağmen bu yıl 31. kez İstanbullu sinemaseverleri, iki haftalık bir film maratonuna çıkartacak olan İstanbul Film Festivali'nin yaklaşık 200 filmden oluşan programı yine aklımızı başımızdan almaya ve bizi bir süreliğine daha oyalamaya yetiyor elbette. Bu 200 film arasında edebiyat uyarlamaları da kendine yer bulmuş durumda kuşkusuz. Festivalde çoğunlukla Uluslararası Yarışma bölümünde yer alan edebiyat uyarlamaları arasında, bu yıl iki film özellikle dikkat çekiyor: Emily Brönte'nin aynı adlı klasik romanından İrlandalı kadın yönetmen Andrea Arnold'ın uyarladığı Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights ve George Moore'un kısa hikayesinden uyarlanan Albert Nobbs.
Uğultulu Tepeler / Wuthering Heihts
Festival seyircisinin hiç de yabancı olmadığı bir isim olan Andrea Arnold'ı, daha önce çektiği ve yine İstanbul Film Festivali'nde gösterilen Kırmızı Sokak / Red Road ve Akvaryum / Fish Tank filmleriyle hatırlıyoruz. Sinemasında acı ve huzursuzluğa, olağanca kırılganlığıyla yer verdiği filmlerinin içine kimi zaman öfke ve şiddet tohumları da eken Arnold'ın, Uğultulu Tepeler gibi kırık bir aşk hikayesinden, tutkulu bir intikamın öyküsüne evrilen, karanlık bir metni kaynak alması başlı başına ilgi çekiciyken Arnold, bu klasik öykünün ana izleğinden de saparak, özgün bir yoruma girişiyor.
Başka bir etnik kökenden gelen evlatlık Heathcliff ile ailenin öz ve tek kızı Catherine'in, çocukluklarında başlayan masum aşk hikayesi, ikilinin uygunsuzluğu ve kaçınılmaz ayrılığıyla karanlık ve saplantılı bir tutkuya doğru yol alıyor. Catherine, kendisi gibi soylu bir komşu çocuğuyla evlenirken, Heathcliff de yıllar sonra zengin ve güçlü şekilde Catherine'in karşısına dikiliveriyor. Romanda hikaye, farklı detaylar ve yan hikayelerle katmerlenip süredursun, Arnold klasik romanın yalnızca bu önhikayesine odaklanmayı tercih ediyor Uğultulu Tepeler'de. Tercihleri bununla da sınırlı değil elbette Arnold'ın. Hikayeyi olabildiğince sade ve dolaysız anlatmayı ve hatta romandaki bazı detayları da değiştirmeyi ihmal etmiyor yönetmen.
Brönte'nin romanında çingene kökenli olan Heathcliff'in filmde siyah olması, Arnold'ın diyalogları minimuma indirerek, tamamen atmosfere ağırlık vermesi gibi tercihler, romanın öyküsü ve kafada beliren imajlarını bir kenara bırakarak, eserin ruhuna yaklaşmamıza yardımcı oluyor. Bir başka yönetmenin elinde tamamen hikaye odaklı bir intikam öyküsüne dönüşebilecek roman da Arnold'ın yorumuyla pastoral bir drama dönüşüyor. Yönetmenin karakterlerinin aşkını betimlerken, ikisinden birine, bir yeni cümle daha kurdurmak yerine, o aşka tanıklık eden bütün bir doğayı konuşturması, onların sesine kulak vermesi, bu uyarlamayı da diğer tüm Uğultulu Tepeler adaptasyonlarından farklı kılıyor.
Anaakım seyircisinin bağ kurmakta zorlanabileceği bir dönem filmi olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Uğultulu Tepeler, Jane Campion'ın talihsiz bir hikayeye sahip şair John Keats'in buruk aşkını konu eden filmi Parlak Yıldız / Bright Star ya da geçtiğimiz Filmekimi'nde izlediğimiz, 2011 tarihli Jane Eyre gibi uyarlamaların açtığı yoldan ilerlerken, bu filmlerde atmosfer kurmaya gösterilen gayreti de bir adım ileri taşımaktan geri kalmıyor.
Albert Nobbs
George Moore'un The Singular Life of Albert Nobbs adlı kısa öyküsünden, başrol oyuncusu Glenn Close ve romancı John Banville tarafından senaryolaştırılan Albert Nobbs, beyazperdeye Gabriel Garcia Marquez'in oğlu Rodrigo Garcia tarafından uyarlandı. Six Feet Under, The Sopranos, Carnivale, Boomtown, Big Love ve In Treatment gibi efsane dizilere bölüm çekmiş bir yönetmen olmasından da kaynaklı, daha çok televizyoncu kimliğiyle tanınan Garcia'nın, kadın hikayelerini merkez alan Things You Can Tell Just by Looking at Her, Nine Lives ve Mother and Child gibi filmlerden sonra çektiği Albert Nobbs, aslında bir kadın olmasına rağmen, butik ve şık bir otelde, gerçek kimliğini gizleyerek, erkek kılığında çalışan Albert'ın hikayesini konu alan bir dönem draması.
Yıl boyunca başta Glenn Close ve Janet McTeer olmak üzere, çoğunlukla oyuncu kadrosunun performansıyla övgü alan ve bu iki kadın oyuncunun kazandığı adaylıklar dışında bir de makyaj dalında Oscar'a aday olan Albert Nobbs, oldukça ilginç ve hüzünlü bir hikayeden yola çıkmasına rağmen, hedefini vuramayan, iyi niyetli ama ortalama bir film.
Kadın bedeninde, bağımsız ve ekonomik açıdan özgür bir yaşamın mümkün olmadığı bir dönemde, farklı bir kimliğin boyunduruğu altına girmiş ve sahip olduğu duygu ve cinsel eğilimleri de ancak bu sayede dışavurabilen Albert'ın, dönüşümüne odaklanan hikaye, işin içine giren diğer otel çalışanları ve onların kendi yan hikayeleriyle hepten dallanıp budaklanıyor ve film bu uğurda aksını kaybederek sarsılmaya başlıyor...
Glenn Close'un oyunculuk konusundaki hünerlerini dosta düşmana ilan ettiği ve McTeer'in tek kelimeyle harikalar yarattığı filmde, Mia Wasikowska ve Aaron Johnson gibi son dönemin parlak yıldızları ile Brendan Gleeson ve Jonathan Rhys Meyers gibi deneyimli oyuncular da yer alıyor. Bütün bu isimleri bir araya getirmesine rağmen, yer yer tiyatro hissi vermekten kaçamayan Albert Nobbs, sanat yönetimi, kostüm ve makyaj gibi teknik konulardaki yetkinlikleriyle belli bir etki yaratmayı başarıyor.
Edebiyatla haşır neşir diğer festival filmleri
*Trishna: İngiliz yönetmen Michael Winterbottom'ın, Thomas Hardy'nin Kaybolan Masumiyet'inden serbest bir uyarlamaya giriştiği son filmi.
*Kilimanjaro'nun Karları / Les neiges du Kilimanjaro: Ernest Hemingway'in 1936 tarihli kısa hikayesinden uyarlanan film, prömiyerini Cannes Film Festivali'nde gerçekleştirmişti.
*Öfkeliler / İndignados: Stephane Hassel'in Öfkelenin! İsyan Zamanı adlı kitabından esinlenen bu Tony Gatlif filmi, tüm dünyada yayılan isyan hareketlerini merke alıyor.
*Gramofon Avrat: Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz yönetmen Yusuf Kurçenli'nin, Sabahattin Ali'nin aynı adlı hikayesinden esinlenerek çektiği filmi, festivalin Anılarına bölümünde yer alıyor.
*Bonzai: Güney Amerikalı kahramanının, eski kızarkadaşından esinlenerek yazdığı romanını konu alan, küçük ve sevimli bir Şili filmi.
*Korsanlar! / The Pirates!: Gideon Defoe'nin aynı adlı kitap serisinin ilk iki kitabından uyarlanan film, Tavuklar Firarda ve Wallace & Gromit'in yaratıcılarından, sevimli bir stop-motion animasyonu.
*Yeraltı: Rus edebiyatına olan ilgisi bilinen Zeki Demirkubuz'un, Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar'ından esinlendiği son filmi.
*Erkek Kardeşler / Veljekset: Bir diğer Dostoyevski esinlenmesi de Karamazov Kardeşler'den serbest bir uyarlamaya girişen Mika Kaurismaki'den. Neredeyse tamamı doğaçlamalardan oluşan senaryosuyla ilgi çekici bir Finlandiya yapımı.
Yeni yorum gönder