Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler hem varlığın hem de hiçliğin, mekânda hapsolmuşların, ama en çok da faniliğin romanı. İnsan denen varlığın tüm çelişkileriyle, kuşaktan kuşağa tüm zamanlarda, ayağının biri kadere saplanmış bir pergel misali dönüp durmasını gerçeklerden bir an bile kaçmadan masalsı bir atmosferde anlatıyor bize Olga Tokarczuk.
2020 Nobel Edebiyat Ödülü, her ne kadar seçme şiirleri yıllar evvel şair-yazar Güven Turan tarafından dilimize kazandırılarak Türk okuruyla buluşsa da pek de hatırlanmayan, ABD’li şair Louise Glück’e verildi. Şüphesiz dünya çapındaki en saygın edebiyat ödülü olan Nobel Edebiyat Ödülü’nün son sahibi olan Glück (gerçi, son yıllarda bir türlü Nobel’i kazanamamasıyla Haruki Murakami, ödül alan isimlerden daha fazla konuşulur oldu!) elbette Kovid-19 gündemi nedeniyle de, oldukça sessiz sakin karşılandı ve belki de çoktan -yeniden- unutuldu bile.
Fakat hatırlarsak, 2018 ve 2019 yıllarında Nobel Edebiyat Ödülü epeyce ses getirmişti: Nobel Edebiyat Ödülü, tarihinde ilk kez bir skandalla gündeme gelmiş ve 2018 yılında verilmemişti. Cinsel taciz iddiaları ortaya atılmış, akademi üyelerinden birkaçı görevinden geri çekilmiş, çeşitli tartışmalar yaşanmış ve nihayetinde kamuoyunun güvenini sarsmamak adına ödül iptal edilmişti. 2019 yılına geldiğimizde, İsveç Kraliyet Akademisi hem 2019 hem de 2018 Nobel Edebiyat Ödülleri’ni birlikte ilan etmişti. 2019 yılının Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan, Avusturyalı yazar Peter Handke olmuştu.
Eserlerinin yanı sıra uç siyasi düşünceleriyle de tanınan, özellikle de Srebrenitsa katliamının baş sorumlusu Sırp lider Miloseviç’e olan desteği ve sevgisi tüm dünyaca bilinen Handke’nin ödül alması bambaşka bir gündem oluşturmuştu. Birçok yazar, entelektüel, siyasetçi tarafından yoğun bir tepki alan bu durum sonrasında, Nobel komitesinden bu ödül kararının geri çekilmesi dahi istenmişti.
Tanıdık bir anlatı
2018 yılının Nobel Edebiyat Ödülü sahibiyse, tıpkı Louise Glück gibi yıllar evvel birkaç eseri Türkçeye kazandırılmış olsa da pek tanımadığımız Olga Tokarczuk olmuştu. İyi de olmuştu; çünkü Tokarczuk’un kalemiyle Nobel vesilesiyle yeniden tanışmak için daha fazla geç kalmayacaktık artık…
2020 Şubat’ında, Timaş Yayınları tarafından yayımlanan romanı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile Türk okuruyla yeniden bir araya geldi Tokarczuk. Bir taşra anlatısı, bir kara komedi, bir polisiye, bir masal, bir gerilim; kısacası, iç içe geçmiş birden fazla türün ortaya çıkardığı oldukça kendine has bu romanı okuyunca, heyecanla yeni romanlarının dilimize kazandırılmasını bekler olmuştuk.
2020 biterken, yine Timaş etiketi ve Neşe Taluy Yüce’nin çevirisiyle, Tokarczuk’un bir başka romanıyla, salgın nedeniyle çıkamadığımız evlerimizde edebiyatla nefes alacağımız bir pencere daha açıldı: Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler. Kadimzamanlar, evrenin merkezinde bir kent. Kentin dört yanını, dört melek koruyor. Hayal mi, gerçek mi, masal mı, hakikat mi bu kent, bilinmez. Bilinen şu ki, bu topraklarda yaşayan tüm insanların bir zamanı var. Hatta ölülerin de. Meyve bahçelerinin de. Tanrı’nın da. Roman tam olarak bu zamanları, önce Kadimzamanlar’ın zamanını, sonra da burada yaşayan insanların kuşaktan kuşağa akıp giden zamanlarını anlatıyor bölüm bölüm. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci’si arasına sıkışıp kalmış, “diğer vakitler” tüm bu anlatılanlar…
“Mezarlık duvarında üzeri beceriksizce yazılmış bir levha vardı:
Tanrı görür
Zaman kaçar
Ölüm kovalar
Sonsuzluk bekler”
Roman, daha en başından, tanıdık bir anlatının tadını anımsatıyor okura. Büyülü gerçekçiliğin en önemli, hatta kurucu isimlerinden olan ve 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez’in metinlerinin tadı bu anımsanan. Özellikle de en ünlü eseri olan Yüzyıllık Yalnızlık romanını hatırlatıyor size Tokarczuk’un anlattığı tüm bu zamanlar… Ama bu aslında birbirine hiç benzemeyen iki farklı ağacın, köklerinin aynı toprakta olması gibi bir benzeşim: Aynı topraktan beslenen, ama farklı şekildeki dallarında, farklı tatlarda, farklı meyveleri olan iki koca ağaç…
Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında yarattığı hayali Macondo kasabası gibi bir yer, tıpkı Buendia ailesi gibi birkaç kuşak devam eden arketip hikâyeleriyle garip insanlar, “Eşyanın da canı var, bütün iş, ruhlarını uyandırabilmekte.” diyen Çingene gibi kahve öğütücüsüyle dünyanın karmaşasını emmeye çalışan çocuklar var bu romanda da: “İnsanlar, hayvanlardan, bitkilerden ve de özellikle nesnelerden daha yoğun yaşadıklarını düşünürler. Hayvanlar, bitkilerden ve nesnelerden daha yoğun yaşadıklarını hissederler. Bitkiler, nesnelerden daha yoğun yaşadıklarını hayal ederler. Ancak nesnelerin ömrü uzundur ve bu ömür her şeyden daha çok canlıdır.”
Sanki saksının içinde oturuyoruz
Kadimzamanlar ve Diğer Vakitler hem varlığın hem de hiçliğin, zamanda ve mekânda hapsolmuşların, ama en çok da faniliğin romanı. İnsan denen varlığın tüm çelişkileriyle, hayatının tüm gelgitleriyle, kuşaktan kuşağa tüm zamanlarda, ayağının biri kadere saplanmış bir pergel misali dönüp durmasını gerçeklerden bir an bile kaçmadan masalsı bir atmosferde anlatıyor bize Olga Tokarczuk. Ellerini sınırdan dışarı uzattığında parmak uçlarının kaybolduğu Kadimzamanlar’ın sakinleri gibi bizlere de “Sanki bir saksının içinde oturuyoruz” dedirtiyor yazar, nihayetinde.
Ve kitabın neredeyse her cümlesinde, ister istemez, Yüzyıllık Yalnızlık romanında unutkanlık salgını yaşandığı vakitler kasabanın ana caddesine asılan o meşhur tabelayı hatırlıyor insan: “Tanrı Vardır.”
Yeni yorum gönder