Şu kafeye oturmuş, olup bitenlere bakıyorsun. Garsonun gelişine dikkat: garçon sözcüğü ‘hizmetçi, uşak, alt tabakadan’ anlamlarında kullanılırken, 1788 yılından itibaren, Devrim’in hemen öncesinde bildiğimiz anlamıyla ‘garson’ olarak kullanılmaya başlamış. Sözcüğün Fransızca kökeni garçun, aslında gayet süssüz biçimde, oğlan demek.
George Orwell’in Katalunya’ya Selam kitabında, Devrim’den (bu sefer İspanyol Cumhuriyetçilerin devriminden) sonraki şu gözlemi akla geliyor: “Her dükkân ve kafede, buraların kolektifleştirildiğini belirten bir yazı asılı olurdu; ayakkabı boyacıları bile kolektifleştirilmişti ve kutuları siyah ve kırmızı renklerdeydi. Garsonlar doğrudan yüzünüze bakıp size kendilerinin eşiti olarak davranırlardı. Hizmeti, merasimleri çağrıştıran konuşma biçimleri geçici olarak ortadan kalkmıştı. Kimse ‘Señior’ veya ‘Don’ veya hatta ‘Usted’ demiyordu; herkes birbirine ‘Yoldaş’ ve ‘sen’ diyordu ve ‘Buenos dias’ demek yerine birbirlerine ‘Salud!’ diyerek sesleniyorlardı. Bahşiş vermek yasadışı ilan edilmişti...” Bugün ise yasak olan, herhalde, sen demek ve bahşiş vermemek, diye düşünebilirsin; özellikle de önünde bir defter veya bilgisayarın varsa ve orada, kafede, yazıyorsan.
Café Bräunerhof
Özgürlükten bahsederek yazıyorum ama kahvemi getirmesini emrettiğim oğlanın yüzüne bakmıyorum; bana bir bardak daha çay getiren kıza teşekkür etmiyorum. Onlar da uzakta bir yerde yanyana durmuş, bir sokağa bir de bana bakıyorlar. Karşılıklı, hoşlanmıyoruz birbirimizden. Yazamıyorum. Veya tam tersi oluyor. Birbirimizi çok seviyoruz. Her seferinde buraya, bu masaya oturuşum soru işaretleri ve ufak gizemler yaratmış, ne yazıyor olabileceğim üzerine. Daha geçenlerde, 2011’un herhalde ikinci saatinde, bir yılbaşı partisinde iki Avusturyalı anlattıydı: Viyana’da Café Bräunerhof’a çok sevdikleri yazar Thomas Bernhard’ın peşinden gidenleri. Bernhard’ın gitmeyi sevdiği Bräunerhof’un garsonları, aksilikleriyle ünlüymüş, öyle anlattılar; Bernhardseverler de orada herhalde Odun Kesmek’in yazarınınkine benzeyen tutkulu bir insansevmezlikle kendilerini küçümseyen bu garsonları çok seviyorlarmış.
Café de Jaren
Oysa daha geçenlerde Amsterdam’dan ve Café de Jaren’den bahsediyorduk. Önündeki iskele/platformda oturup bir sigara tellendirirken, sabahları, kürek antremanı yapan genç arkadaşlara el sallayabilirdiniz veya günlerden Koninginnedag ise şayet, ellerinde şampanya kadehleri, en şık kıyafetleriyle arz-ı endam eden zengin Amsterdamlılara -ayıp belki ama- neşeli bir küfür sallayabilirsiniz. Tabii yazarken bilgisayarınıza veya defterin sayfasında mürekkep ilerlerken bunların birer sözcüğe dönüşmesi çok zaman almayacak; birer kara-işaret olarak, anlattığınız kahramanın kibarlıkları veya kabalıklarında veya şu olay örgüsünün acımasız finalinde kesinkes bir izi okunacaktır.
Café Zürich
Barselona’daki Café Zürich, 1920‘lerden beri Plaça Catalunya’nın göbeğinde duruyor. İç Savaş’ta hasar görmüş, yıkılmış, yeniden yapılmış, yenilenmiş, şimdi sokakta oturup güneşli bir günde yazıp çizmek için ideal görünüyor. Orada bir şiir yazmak, mesela, en azından başlamak olası, muhtemelen hiçbiri bitmeyecek birkaç şiir olabilir, dikkat dağıtan bir insan kalabalığı ve şu meşhur Katalan sıcaklığı. Bu kafeye oturmuş, olup bitenlere bakıyorsun. Garsonun gelişine dikkat: Orwell’in bahsettiği garsonlardan biri olabilir ve onunla senli/benli konuşurken yazdığım sayfanın hiyerarşileri de buruşup solabilir. Yazan el ile yazılan metin arasındaki ilişkiden de bahsediyorum, konuşan metnin konuşturduğu seslerden de bahsediyorum, bütünüyle senli/benli bir konuşmadan bahsediyorum ama bunun bu mekânda başlaması gerektiğini, burada, bu hitaplarla, yeni bir seslenmeyle başlaması gerektiğini söylüyorum.
Café Le Coq
Sonra sana Le Coq’dan bahsedebilirim, burada sigara tellendirmek hâlâ serbest, içmiyor olabiliriz ama teneffüs ediyoruz. Sokaktan bakıldığında yüzleri ve omuzları görüyorsun, oysa insanların önünde defterler, bira dolu bardaklar, kitaplar, şarap, bilgisayarlar var. Burada, yazmaya hayalleri kurduğun ilk kitabına birkaç sayfa ekleyebilirsin; üstelik burada horozlanmak yani edebi anlamda çalım satmak da garip kaçmaz.
O zaman şimdi sen bahsetsen, yazdığın şehirlerden ve kafelerden, hiç fena olmaz. Belki sen de, tanımadığın bir şehirde aniden cebindeki defterde öyküsünü anlattığın karakterin adıyla anılan bir kafeye rastlamışsındır. Oraya hemen girmelisin. Oradaki garsonla hemen konuşmalısın. Orada oturarak hemen şu sözcükleri yazmalısın: “Şu kafeye oturmuş, olup bitenlere bakıyorsun.”
Şimdi Café Bräunerhof'da olmak vardı
Yeni yorum gönder