Nicholas Woodsworth’ün Bir Akdeniz Üçlemesi üst başlığını taşıyan Mayi Kıta adlı gezi kitapları serisi –sırasıyla– İskenderiye, Venedik ve İstanbul’u merkeze alan üç kitaptan oluşuyor. Bu üçlemede, hiç kuşkusuz İstanbul kitabı bizler için daha ilgi çekici belki ama bu yazının konusu, ikinci kitap Venedik...
Woodsworth ile İskenderiye’den başladığımız Akdeniz gezisinin bu ikinci durağı hakkındaki ilk bilgileri, kitabın arka kapağından alıyoruz: “Nicholas Woodsworth, aslında bir sonraki durağı olarak planladığı İstanbul’u sona saklıyor ve (...) eşiyle birlikte ‘romantik’ Venedik’e varıyor. İlk kitaptan biliyoruz ki, yine kendisine sunulanla yetinmeyecek, maskenin ardındakini görmek isteyecek. Saatler süren müze kuyruklarından çıkarak, şehri saran kanallarda Venedikli gibi gezinmenin bir yolunu bulacak. Biz de onun peşinden şehrin labirentimsi sokaklarına dalacak, geçmişin peşine düşüp arşivlerde kaybolacak ve bir süreliğine de olsa bu görkemli şehrin sakinlerinden biri olacağız.”
Gerçekten de Venedik’teki günlük hayatın içine adım atmayı başarıyor Woodsworth. Kendisi bir Anglosakson olmasına karşın, Akdenizli karakterine sahip karısı Jany sayesinde, onun girişkenliğiyle, daha da kolay oluyor bu. Etrafta pek turistin olmadığı sakin arka sokaklarda amaçsızca gezinmeyi, hatta kaybolmayı tercih ediyorlar çoğu zaman; mahalle hayatına dahil oluyorlar... Örneğin Woodsworth, öğle yemeği için çeşitli malzemeler almak üzere uğradığı alelade bir süpermarketin diğer müşterilerini gözlemleyince, Venedik’in belki de hiçbir ünlü meydanında rastlayamayacağı gerçek Venedikli kimliğiyle karşılaşıyor: “Burası Harry’nin Barı ya da Venedik Bienali veya Lido’da bir özel plaj değildi, o yüzden de fidan gibi incecik ve zarif, üzerlerine yapışan kıyafetler giymiş yıldızcıklar görmeyi beklemiyordum. Ama bu düğmeleri boyunlarına kadar ilikli müşterilerin sakin mahcubiyetini ve terbiyeli tavırlarını da. (...) İnsan Venedik’te ne kadar uzun kalırsa, Venediklilerin ihtiyatlı tavrını ve sakin asaletini o kadar çok algılıyor. Kökeni geçmişe dayanan bir özellik bu.” (Mayi Kıta: Venedik, s. 87-88)
Woodsworth, Venedikli bir teslimatçı gibi çalışarak gözlemlediklerini de aktarıyor, “hoş” ayrıntılar da sunuyor kitap boyunca ama yine de insan şunu düşünmeden edemiyor: Venedik’e gittiğimde bir otel yerine, Woodsworth ve karısının yaptığı gibi şehrin kalbinde yer alan bir apartman dairesinde kalsam (bilindiği gibi bu tip evler kiralamak artık çok kolay); ünlü yapıların önünde “selfie” fotoğraflar çekme derdinden çok arka sokaklarda dolaşmayı yeğlesem sanki Woodsworth’ünkine yakın bir Venedik deneyimi yaşayabilirim. Çok da zor değil gibi görünüyor!
Oysaki Predrag Matvejević, Woodsworth’ün aksine, gerçekten de “öteki” Venedik’e dair, sanki bir “sır” veriyormuş gibi hissettiriyor; öyle hemen vâkıf olması güç bir sır...
O meşhur gondollar yerine...
Woodsworth ve karısı, San Marko Bazilikası’na veya orası gibi ulvi ve kalabalıklarla dolu bir tarihi esere doğru gitmiyorlar belki evden çıktıklarında; sokak aralarında dolaşıyorlar daha çok. Evet, Venedik’e dair küçük şeyleri de takdir etmeye başlıyor bu amaçsız gezinmeleri sırasında Woodsworth: “Kanalın durgun suları üzerine yansıyan bir köprünün zarif kemeri, bir zamanlar çok güzel olduğu belli olan bir sarayın sularla aşınmış taş duvarları ve dökülen kırmızı tuğlaları, loş bir geçidin üzerine tünemiş pencere kenarı sardunyalarının aniden göze çarpan parıltısı. Ne kadar yavaş gidersek ve ne kadar az mesafe katedersek, Venedik de kendini bize o kadar açıyordu.” (Mayi Kıta: Venedik, s. 97) Ancak, işte tam da Woodsworth’ün bu gördüğü, fark ettiği ama yine de yanından geçip gittiği ayrıntıların izlerini sürüyor aslında Predrag Matvejević Öteki Venedik isimli kitabında. “Genelde soya, sümbül, dalya, begonvil, pembe ve mavi ortanca gibi seçkin isimler taşıyan ve botanik hiyerarşisinde şeref koltuğunda oturan bitkilerle çiçekler, beklenmedik ve hiç de gerekli olmadıkları yerlerde kendiliğinden yetişen, anlamsız isimler taşıyan ve çoğunlukla da anonim olan bitkiler yerine, kendi üzerlerine çeken dikkatleri. Venedik’in merkezinde, balkonların altında, kuyuların çevresinde, binaların ön cepheleri ve duvar diplerinde, taşların çatladığı ve yarıldığı, kiremitlerin ufalandığı ve nemin saldırılarına teslim olduğu, kaba sıvaların parça parça döküldüğü, kısacası her yerde yetişir sıradan bitkiler. Nereden geldiği belli olmayan bir tohum neredeyse gözle görülmez küçüklükte bir deliğe düşer, burada filizlenir ve cılız bir sürgüne ya da mütevazı bir bukete dönüşür. İşte ben de bu yerleri aradım, sürgünlerinin izini sürdüm, iyice tanımaya çalıştım.” (Öteki Venedik, s. 30)
Venedik’i ziyaret eden pek çok kişinin görmek için aceleyle ilerlediği görkemli, daha ünlü yapılardan çok; “yanlarından bir bakış bile atmadan öylece geçip gittiği” ekmek fırınlarını, bir konak bahçesinde köpekler için açılan mezarlığı, hanları, “tavernaların rakibi, ayin mekânlarının alternatifi” berber dükkanlarını anlatıyor Matvejević. Hemen hemen bütün Venedik fotoğraflarında kanallar üzerinde gördüğümüz o meşhur gondollar yerine, kanalların zeminine yayılan ve bir kısmı bir daha asla gün yüzü görmeyecek, cocci adı verilen tuhaf parçalardan bahsediyor; bir dönem seramik imal edilen atölyelerin ıskartalarından, mendirek ve duvarların yapımında kullanılan bu hatalı ürünlerden...
Sonuç olarak Woodsworth’ün kitabı bir “şehir rehberi”, bir gezi kitabı, Matvejević’inki ise bir deneme kitabı olarak sınıflandırılmış; böylesi farklılıkların olması şaşırtıcı değil. Herhangi bir Venedik gezisi öncesi her iki kitaba da en azından göz atmakta fayda var. Ancak her iki kitabın arka kapaklarından yansıyan o “maske”nin ardındaki Venedik’i gözler önüne serme iddiasında, Predrag Matvejević’in kitabı bir adım daha önde görünüyor... Üstelik Matvejević’in ayrıca, bol ödüllü bir “Akdeniz kitabı” kaleme almış olduğunu da hatırlatalım (Akdeniz’in Kitabı, Çeviren: Tolga Esmer, YKY, 1999).
* Görsel: Ahmet İltaş
Yeni yorum gönder