Yazarların çeşitli bağımlılıklarına, daha açık söylemek gerekirse çeşitli kötü alışkanlıklarına aşinayız. Örneğin Ernest Hemingway’in içkiyle olan ilişkisine dair bir şeyler, bir zaman bir yerde mutlaka okumuşuzdur ya da internette gezinirken, oluşturulan bir listede mutlaka gözümüze çarpmıştır. Bu arada içkiyle arasının bir hayli “iyi” olduğu bilinen Hemingway, işin sırrını da çözmüş elbette; karıştırmıyormuş! “1930’larda Hemingway ‘Hiç olmadığı kadar çok içmeye başladı. Özellikle de Florida’daki Havana barında buzlu duble Daiquiri içmeyi seviyordu,’ diye yazdı arkadaşı Tom Dardis. ‘Bir oturuşta bunlardan en çok içen insan olarak barın rekorunu kırdı.’ Hemingway Florida’da, Küba’dan getirtilen yasaklı içki absenti bile temin etti. 1931’de bir arkadaşına yazdığı mektupta ‘Dün akşam absentle kafa olup bıçakla numaralar denedim,’ diye yazdı. Gerçi, içmesi yazmasına engel olmuyordu: ‘Hayatım boyunca içtim ama gerçek aşkım yazmak olduğu için bu ikisini hiçbir zaman karıştırmadım,’ diyerek sırrını arkadaşı A. E. Hotchner’a ifşa ediyordu.”
Ernest Hemingway’le ilgili yukarıdaki anekdot, Türkçede yakın bir zaman önce NTV Yayınları tarafından yayımlanan Edebiyatın Aykırı Çocukları isimli kitapta yer alıyor. Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar kitabından da hatırlanabilecek Andrew Shaffer, bir başka deyişle bu sefer, “edebiyatın aykırı çocukları”na el atıyor... İsim listesinin kabarık olduğunu tahmin etmek de güç olmayacaktır!
“1975’te Boston Üniversitesi’nde ders vermek için Iowa’dan ayrılan Cheever, Boston sokaklarında serserilerle birlikte içki içerken tutuklandı. ‘Benim adım John Cheever!’ diye bağırdı tutuklamayı yapan polislere. ‘Aklınızı mı karçırdınız siz?’ Manhattan’daki Doğu 93. Sokak’ta yer alan Smithers Alkolizm Tedavi Merkezi’ne yattı ve dört hafta sonra içkiyi bırakmış olarak çıktı. ‘Tasavvur edebileceğiniz en korkunç, en kasvetli yer. Gerçekten ama gerçekten gaddarca,’ diye anlattı Truman Capote’ye. ‘Ama oradan çıktığımda içkiyi bırakmıştım.’” Önemli bir ağırlığı olduğu fark edilse de, tabii ki “aykırı” olarak anılmanın tek koşulu içki değil. Oburluğuyla Balzac, karamsarlığıyla Edgar Allan Poe, mutsuzluğuyla F. Scott Fitzgerald, Lord Byron, Gustave Flaubert, William Faulkner, Truman Capote... Birer birer yerlerini alıyor bu “aykırı” yazarlar Andrew Shaffer’ın kitabında. Sonuçta onlar da birer insan, diyerek kolayca sıyrılmak mümkün tabii aradan; ama böylesi kitapları iştahla okumanın bir açıklaması da olsa gerek! Üstelik, bu doğrultuda literatür de bir hayli kalabalık.
Öğretmenlerimizin asla anlatmadığı şeyler...
Elbette Andrew Shaffer’ın bu kitabı, alanında bir ilk ve tek kitap değil. Bugünlerde Domingo’dan, Robert Schnakenberg’in Büyük Yönetmenlerin Gizli Hayatları isimli çalışması yayımlandı. Schnakenberg’in, sinemanın dâhileri hakkında (Chaplin’den Hitchcock’a, Kurosawa’dan Fellini’ye, Kubrick’ten Woody Allen’a, David Lynch’ten Tarantino’ya kadar) sadece arkalarından konuşabileceğimiz gerçekleri ifşa ettiğini söylediği bu kitabının öncesinde, öğretmenlerimizin bize büyük yazarlar ve şairler hakkında asla anlatmadığı şeylerden söz ettiği bir kitabı daha yayımlanmıştı. Türkçede 2010 yılında, yine Domingo tarafından yayımlanan bu çalışmanın ismi de Büyük Yazarların Gizli Hayatları.
Büyük Yazarların Gizli Hayatları’nda da, Andrew Shaffer’ın kitabından bildiğimiz isimlere rastlıyoruz; zaten şunun şurasında kaç “aykırı” yazardan söz edilebilir! F. Scott Fitzgerald, Lord Byron, Faulkner, Kerouac, Hemingway, Oscar Wilde, Edgar Allan Poe bu isimlerden bazıları; ancak Agatha Christie, Tolkien, Salinger, Sartre gibi “yeni” isimler de var Büyük Yazarların Gizli Hayatları’nda. Üstelik iki kitap arasındaki farklılık, yalnızca isimlerle sınırlı değil. Robert Schnakenberg’in, Andrew Shaffer’a oranla daha mizahi bir dil kullandığını söyleyebiliriz; aslında biraz da kitabın içeriğine uygun olarak... Ayrıca tasarım olarak da, Robert Schnakenberg’in çalışması hiç kuşkusuz daha albenili. Baştan sona çizimlerin eşlik etmesi, renk kullanımı, anekdotların ayrı ayrı kutular halinde verilmesi gibi unsurlar, kitaba “dinamizm” katmış; öte yandan Andrew Shaffer’ın kitabı da çoğu zaman, belki de “tasarımsızlığın” bir getirisi olarak, söz ettiği yazarlara ilişkin daha ayrıntılı bilgiler veriyor. Bir başka deyişle, yazarlarla ilgili “magazinel” konulara da meraklı okurlar için, iki kitap arasında bir seçim yapmak yerine her ikisini de edinmek daha doğru bir karar gibi görünüyor.
Ernest Hemingway’le geri dönersek... Robert Schnakenberg, Hemingway’in biyografisini aktarırken şu ayrıntıyı veriyor: “1914’te Avrupa’da savaş patlak verince Hemingway kayıtsız kalamadı. Orduya katılan yazar, İtalyan cephesinde ambulans şoförlüğü yaptı. Orada yaşadığı deneyimler klasik romanı Silahlara Veda’nın temelini oluşturacaktı. 8 Temmuz 1918’de Hemingway’in ambulans aracı ağır havan topu ateşine yakalandı ve Hemingway iki bacağına da şarapnel yarası aldı. Açık yaralarını sigara izmaritiyle tıkayan yazar, askerlerden birini sürükleyerek emniyetli bir yere çekmeyi başardı. Bu cesurca eylem ona İtalyan hükümetinden bir madalya ve muharebe hattından çıkış bileti kazandırdı.” Hemingway’in bu “kahramanlık” öyküsü, Andrew Shaffer’ın kitabında ise çok farklı bir şekilde yansıtılmış: “İtalya’ya, ‘saçma cephe’ye gönderildi ve orada ambulans kullanırken düşmanın attığı bir havan topunun şarapneliyle yaralandı. Hemingway’in anlattığına göre ‘iki dizi de parçalanmış’ ve ‘200’den fazla şarapnel yarası’ aldığı halde yaralıları 150 metre uzaklıktaki güvenli bir bölgeye taşıyacak gücü kendinde bulmuş. Gerçekte ise kimseyi kurtaramadan şarapnel yaralarından bayılmış ve asıl kendisi sedyeyle taşınmak zorunda kalmıştı.”
Hemingway’in Birinci Dünya Savaşı anısına dair bu farklılığı, sanırım ancak onun “palavracılığına” bağlayabiliriz. Hemingway’in bir dönem yakın arkadaşı olan F. Scott Fitzgerald’ın eşi Zelda Fitzgerald mesela, hiç sevmezmiş Hemingway’i; o adamın bütün işi “boğa güreşi ve palavra” dermiş!
* Görsel: Mario Zucca (Schnakenberg’in kitabından)
Yeni yorum gönder