Bir zaman önce, tarihi romanlar etrafında dönen hararetli bir tartışma vardı. Hatırlanacaktır, “Tarihi romanlar gerçekleri ne kadar yansıtıyor; tarih, romanlardan öğrenilebilir mi?”, “Tarihi romanlarda tarihsel gerçekler nerede bitiyor, kurgu nerede başlıyor?”, “Roman yazarları, tarihe ne kadar sadakat göstermeliler?”, “Resmi tarihin öne çıkarmadıklarını tarihsel romanlar ele alıyor olabilir mi?” gibi sorular etrafında yazılıp çizilmişti... Gerçek ile kurgunun iç içe geçtiği ve yaşanan tartışmalarla birlikte sınırları daha da muğlaklaşan bu anlatılar için belki de en doğru “slogan”ı, o dönemde yayımladığı tarihsel romanlar dizisi için Literatür Yayıncılık kullanmıştı; kitapların arka kapaklarına, yukarıdan aşağıya doğru yazılan slogan şöyleydi: “Tarih içinde Roman içinde Tarih.” Süreç içinde bu ve benzeri sorulara tam anlamıyla doyurucu yanıtlar verilmedi aslında ama görünen o ki, şu sıralar bu tartışmanın alevi sönmüş durumda.
Ülkü Tamer ise, yakın bir zaman önce yayımlanan Tarihte Yaşanmamış Olaylar isimli kitabıyla başka bir boyut ekliyor tarih-kurmaca ilişkisine ve bir anlamda, geçmiş dönemde yapılan tartışmalara da göz kırpıyor sanki: “Bu kitapta okuyacaklarınızın tümü uydurmadır. Düzmecedir. Palavradır. Adlar da, tarihler de, olaylar da gerçek değildir. Düş ürünüdür. Sondaki Kaynakça bile. Tarihle ilgili öylesine ‘inanılmaz’ yapıtlarla karşılaştım ki, yabancı bir takma adla benzer şeyler yazmak geldi içimden. (...) Sonunda Tarihte Yaşanmamış Olaylar çıktı ortaya. Kitapçı raflarındaki kimi yapıtlara bakarsanız, bunların daha gerçek olduğunu düşünebilirsiniz. Tarihte yaşanmadı ama, hiç değilse kendi içimde yaşandı bu olaylar.”
Bir öykü kitabı Tarihte Yaşanmamış Olaylar, ama bir tarih kitabı gibi kronolojik olarak ilerliyoruz sayfalarda. İlkel bir toplumun hikayesinden başlayarak tarih sahnesinin önde gelen medeniyetlerine, önemli duraklarına uğruyoruz sırayla: Mısır, Maya, Çin, Roma, Rusya, 13. yüzyıl, 14. yüzyıl... Öykülerde kimi zaman birbirini tetikleyen olayların sonucunda –yavaş yavaş, varacağımız noktanın ne olduğunu kestiremeden çoğunlukla– daha aşina olduğumuz bir bilgiye ulaşıyoruz; kimi zaman da daha aşina olduğumuz bilginin tamamen yanlış olduğunu en baştan belirtip, öyküsünü ona göre şekillendiriyor Ülkü Tamer. “Dördüncü Piramit” adlı öykü örneğin; ilk başta kafamız özellikle öykünün adının çağrıştırdıklarıyla meşgulken, bir anda kedilerin Mısır’da neden kutsal varlık olarak kabul edildiklerine dair “ilginç” bir noktaya evriliyor. (Mısır’da kedilerin, tahıl ambarlarını kemirgenler ve diğer “zararlılardan” korudukları için kutsal kabul edildiklerini bilirdik oysa!) Öte yandan, “Sen de mi, Brutus?” adlı öyküyse, o çok bilindik Brutus hikayesinden hareketle, “Oysa gerçek bambaşkaydı,” diyerek başlıyor.
Portekizlilerin başrolde olduğu keşifler çağının nasıl başladığına, Çin’deki hanedanlıklara, Rusya’nın Petro’yla birlikte geçtiği yükselme dönemine, İkinci Dünya Savaşına ilişkin bildiklerinizi gözden geçirmeye davet eden, kısacası tarihe alternatif bakış açıları sunan ama en nihayetinde “kurmaca” bir kitap Tarihte Yaşanmamış Olaylar.
"Sen de mi, Burutus?"
Ülkü Tamer’in kitabı, ister istemez, yıllar önce Milliyet Yayınları tarafından yayımlanan İnsanlık Tarihinde Büyük Yalanlar kitabını hatırlatıyor bir yandan da. Richard Shenkman’ın bu çalışması, adından da anlaşılacağı üzere, tarihteki doğru bildiğimiz yanlışları ele alıyordu. Örneğin kitabın “Sezar” bölümündeki “Sen de mi, Burutus?” meselesinde Ülkü Tamer’in hikayesiyle bir paralellik var ama Richard Shenkman, gerçeklere sadık kalma noktasında Ülkü Tamer’den ayrılıyor: “Bu kitaptaki pek çok şey benim uydurmalarım gibi gelecekse de, bu doğru değildir. Bu bilgi pek çok basılı kaynaktan derlenmiştir.” (Hiç kuşkusuz “dil” konusunda da Shenkman’ın Ülkü Tamer’den ayrıldığını, daha doğrusu yanına pek yaklaşamadığını da söylemeliyiz.)
Ancak daha da “ilginç” bir kitap var Ülkü Tamer’in Tarihte Yaşanmamış Olaylar kitabının hatırlattığı; Stefan Zweig’ın Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar’ı... Zweig insanlık tarihindeki, “bir bireyin, bir ulusun ve hatta bütün insanlığın yazgısını belirleyen” anları, “gerçek” büyük ilham saatlerini anlatıyor: Pasifik Okyanusu’nun keşfi; İstanbul’un fethi; Marseillaise’in bestelenmesi, Napoléon’un Waterloo’da aldığı yenilgi; Semyonovski meydanında ölümü bekleyen Dostoyevski; Kaptan Scott’un Güney Kutbu’nu keşfetmek için çıktığı ölümüne yolculuk; Zürih’ten kalkan mühürlü bir trenle “dünyayı sarsan on gün”ü başlatmak üzere Petersburg’a hareket eden Lenin... Kitaptaki toplamda on dört anlatıdan –tarihsel minyatürden– özellikle İstanbul'un fethi biraz daha ilgi çekecektir diye düşünüyorum! İnsanlık tarihinde “yıldızın parladığı bir an” olarak o açık unutulan Kerkaporta Kapısı'na dikkat çekmiş Stefan Zweig; inanmanın gerçekten güç olduğu o “an” şöyle: “Birden trajik bir olay, zaman zaman tarihin bir türlü çözülemeyen kararlarındaki o gizemli anlarından biri, bir anda Bizans'ın yazgısını değiştiriyor. Hiç akla gelmeyen bir şey oldu. Dış surlardan açılan bir sürü gediğin, ana saldırı noktasına yakın olan bir tanesinden içeriye birkaç Türk giriyor. İç surlara sokulmaya cesaret edemiyorlar, ama birinci ve ikinci surların arasında merakla ve gelişigüzel dolaşırlarken, kentin iç duvarındaki küçük kapılardan birinin, Kerkaporta denilen kapının akıl almaz bir unutkanlıkla açık kalmış olduğunu fark ediyorlar. (...) Bir toz zerresi gibi minicik bir rastlantı, unutulan kapı Kerkaporta, dünya tarihinin yazgısını değiştirmiştir.”
Bir tarafta gerçekten yaşanmış ama inanılması güç hikayeler, diğer tarafta ise yaşanmamış ama "inanılası" hikayeler...
Yeni yorum gönder