Terry Gilliam”ın Brazil’i gibi bir atmosfer, retro futuristik tasarımlar, karanlık, boğucu bir dünya... Simon için böyle bir dünyadan daha kötüsü ise çevresindeki insanlar. Ya da kendisi. Annesi için Simon tam bir hayal kırıklığı. İşyerinde de silik bir adam. Sevdiği kadına açılamayacak kadar utangaç. Kimse tarafından fark edilmiyor. Ofiste, metroda, her gün gittiği restoranda… Kimse onu saymıyor. Bir nevi “orada olmayan adam.” Bunu değiştirmek için de elinden hiçbir şey gelmiyor. Öyle bir dünya ki, Simon gibi “ezik” birisi tüm aksilikleri de üzerine çekiyor. Simon’ın hayatındaki tek güzel şey ise rüyalarının kadını Hannah. Herkes gibi o da Simon’ı görmese de…
Dostoyevski’nin Öteki’sinden Richard Ayoade’nin uyarladığı The Double filmi, her daim canlı kalan meseleleri sorgularken, aklımıza onlarca soru bırakmayı da ihmal etmiyor. Öteki benlik, başka hayatlar, ikili yaşamlar, kimlik arayışı gibi insanın varoluşuna dair sorunları işleyen Öteki’de olduğu gibi The Double’da da başkarakter bir gün kendisine tıpatıp benzeyen “öteki”siyle karşılaşıyor ve kendisini deliliğe kadar götürecek bir mücadeleye girişiyor. Öteki’nin memur Goladkin’i gibi Simon da aslında kendisiyle savaşıyor.
Bir gün karşısına çıkan benzeri/ ikizi James’le birlikte Simon’ın, zaten çekilmez olan hayatı giderek kabusa dönüşüyor. James, fiziksel olarak tıpatıp aynı olsa da karakter olarak Simon’ın tam tersi özelliklere sahip. Çekici, istediği şeyi elde edebilen, hoşlandığı her kadınla birlikte olabilen, saygı gören, sevilen yani kısacası tam bir “kazanan”. Fiziksel olarak aralarında hiçbir fark olmasa da kimse giydiği 4-5 beden büyük takım elbisenin içinde kaybolan Simon’ı James’e benzetmiyor. Ve daha da kötüsü James kısa sürede Simon’ın hayatına, işine, sevdiği kadına sahip oluyor. Simon için tuhaf gelen her şey başkası için olağan hale gelirken, bu garip dünyada tek tuhaflık olarak Simon göze batıyor.
Şu hayatta Simon gibi yalnız olduğumuzu en azından bir kere düşünmüşüzdür. Bu yüzden, The Double her ne kadar kurmaca bir dünya resmetse de tedirgin eden sorularıyla her gün yaşadıklarımızdan hiç de uzağa düşmüyor. Bir insan kaç defa yaşar? İkinci şans diye bir şey var mıdır? Bunları kendimize defalarca sorduk, sormaya da devam edeceğiz. Hepimiz bazen sıkıcı işlerimizden, ritüellerimizden, ailemizden, sevgilimizden, hayatlarımızdan, kendimizden sıkılıp kaçmak istemiyor muyuz? Başarılı, mutlu, her an tutkulu olmak için neler vermezdik, değil mi? (Kişisel gelişim kitaplarının satışlarına bakmak yeterli!) Herkes bu sorularla sürekli içli dışlı değil belki ama bazıları için hayat neredeyse bundan ibaret. Yeri geldiğinde dünyadaki en zor şeyin sevdiğimiz insana açılmak için çırpındığımız anlar toplamı olması boşuna değil. O an daha cesaretli, daha çekici, daha güzel cümleler kuran kişi olmak için neler vermeyiz ki!
The Double’ın kurduğu dünyayı Simon’ın zihninin dışavurumu olarak okuduğumuzda Simon’ın altında ezildiği, yahut savaştığı, çarpıştığı kişinin kendisi olması, karşısına çıkan engellerin absürdlüğü, hikayenin Kafkaesk tonları ya da distopik yanları daha net ve anlaşılır hale geliyor. Simon köşeye sıkıştıkça daha da silikleşmeye, yok sayıldıkça çıldırmaya başlıyor. “Ben bir şahısım,” diye sayıkladığında artık sistemden çoktan atılmış, toplumun bir defosu olarak dışlanmış vaziyette kalıyor. Çünkü toplumların bireyi kabul etmesi için kendi belirlediği normlara uyması gerekiyor. Ve, Simon ne kadar iyi, düzgün, kimseye zararı olmayan (!), çalışkan, zeki olursa olsun bu sistemde fazla yaşayamıyor. Çünkü Simon, istediği siparişleri hiçbir zaman doğru getirmeyen ve kendisini sürekli azarlayan garsonlara rağmen her gün aynı restorana gitmeye devam eden bir müşteri. Bu yüzden bazı şeyleri asla anlayamıyor.
Aynı sorun, farklı dünyalar
Birkaç ay önce vizyon yüzü gören Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı da çok farklı bir şekilde olsa da The Double gibi kimlik meselesini konu alıyor. James Thurber’ın kısa öyküsünden uyarlanan filmde Walter Mitty, tıpkı Simon gibi silik, utangaç ve hayallerinden uzakta yaşıyor. Sanal dünyada sevdiği kadına “göz kırpma” işareti bile gönderemeyecek kadar beceriksiz. Simon’dan farklı bir şekilde Walter, ne zaman uzaklara dalıp gitse aslında kendisine başka bir dünya yaratıyor. Hepsinde birer süper kahraman, kurtarıcı, etkileyici ve çekici bir erkek. Bir gün bir fotoğrafın peşinden gitmesi gerektiğinde korkularıyla yüzleşiyor ve hayatı, anı yaşamaya başlıyor. Walter Mitty, Simon’ınki kadar boğucu bir dünyada yaşamasa da onun kadar mutsuz. Ve Simon gibi mutluluğu sevdiği kadını gördüğünde/ izlediğinde buluyor. Hatta, Walter’ı maceraya/ hayallerine sürükleyen şey de sevdiği kadın ve onunla olma hayali oluyor. Simon’ın Hitchcock ve Brian De Palma sinemasını hatırlatırcasına Hannah’yı gözetlemesiyle Walter’ın Cheyl Melhoff’u David Bowie şarkısı söylerken düşlemesi arasında hiçbir fark yok. Aynı “sorun,” farklı dünyalar…
Mayıs ayında gösterime girecek Denis Villeneuve imzalı Enemy de bahsettiğimiz bu iki filmin arkasına eklenebilir. José Saramago’nun Kopyalanmış Adam kitabından uyarlanan filmi henüz göremesek de, kitaptan yola çıkarak kimlik meselesinin başrolde olduğunu söyleyebiliriz. Örnekler çoğaltılabilir... Sorular ve cevaplar da... Kimlik mevzularına girildiğinde ilk akla gelecek karakter Tyler Durden’ın ağzından çıkan her cümle boşuna altın değerinde değil! (En azından bir kuşak için.) Sonuçta fantastik dünyalara, zihnimizin derinlerine gitmemiz gerekmiyor. Olmak istediğimiz kişi, yer, an kafamızın içinde. Dışarıda zaman akarken, isteklerimizle yaşadığımız hayat arasındaki uçurum arttıkça bölünmeler, kimlik bunalımları, mutuzluklar da daha görünür hale geliyor. Breaking Bad dizisinin Walter White’ını hatırlayalım; onun da sürreel olmayan ikinci bir hayatı vardı; tüm yakınlarından sakladığı ve uğruna her şeyini kaybettiği... Beş sezon boyunca Walter White’ın değişimi ekrana gelirken biz de yaşadığımız hayatı sorguladık. Gerçekten ne istiyoruz ve ne kadarını gerçekleştirebildik?
* Görsel: Jim Jonson
Yeni yorum gönder