Sabah uyandığımda yanı başımda kelebek, onun gözlerinde de yaş vardı. “Düş gibi bir kitap okudum, kitabın içinde bir düşe yattım,” dedi bana. Söz konusu kitap Hacer Yeni’nin Turnalar Sıcak İklimlere Geçiyordu’suymuş. “Orada çok hüzünlü bir kadın vardı. Ne zaman hüzünlense gökyüzüne, bulutlara, yıldızlara ve bazen de gökte uçan turnalara bakıyordu. Bir de kuzusu vardı. Bazen birlikte izliyorlardı gökyüzünü yan yana,” diye anlattı ve “Sen de benimle gelip gökyüzünü izler misin?” diye sordu bana.
Birlikte dışarı çıkıp, hem gökyüzünü hem de şehri birlikte izleyebileceğimiz küçük bir tepenin üstüne oturduk. Kelebek, Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’nı açtı ve okumaya başladı. “Buraya oturalım. Gökyüzü buradan daha iyi görülüyor. Yıldızlı derinliğin sonsuzluğu ne kadar da avutucu. Göğü seyrederken hayat daha az yakar canımızı; hayatın iyice kızdırdığı yüzümüzden, narin bir yelpazeyi hatırlatan hafif bir rüzgar geçer.”
Benimse aklımda yalnızca Turgut Uyar vardı. “İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım,” dedim ve “Göğe Bakma Durağı”nda buluştuk sessizce bir süre. Kelebek gülümsedi, “Biliyor musun senin bir kelebekle dost olmanı tuhaf bulanlar varmış,” dedi. Onu Sait Faik Abasıyanık’ın “Havada Bulut” adlı öyküsünden bir alıntıyla cevapladım. “Şairlerin yıldızlar, rüzgarlar, meçhul kadınlar, göller, uzak memleketler, iki bin metreden geçen bulutlar, muhacir kuşlarla; balıkçıların sandalları, oltaları, balıklarla konuştukları halde, bu adamın köpeğiyle konuşması memlekette müthiş bir dedikoduya sebep olmuştu.” Ben yıldızlardan bahsedince, aynı yazarın “Ay Işığı” adlı öyküsü gelmiş onun da aklına. “Kim, nasıl, hangi bahaneyle onu bana tanıştırdı, unuttum gitti. Çünkü unutulmayacak yalnız o kaldı. Ondan öte göklerde yıldızlar mı vardır? Denizlerde vapur mu?.. Hatta geceleri doğmadığı için güneş de yoktur. Hele ay! Bunları bile unuttuğum dakikalar oldu.” Bir yerlerden Ahmet Güntan, “Beyaz Peugeot” adlı şiirini fısıldıyordu sanki kulağıma… “Göğe ara sıra başını kaldır bak öyleyse/ Kendine ait bir yıldız bulabilir misin…” dedim.
Kelebek başını çevirip, uzaklara daldı ve Çehov’un “Küçük Köpekli Kadın”ından birkaç satır okudu bana. “Oreanda’ya çıkınca kilisenin yanındaki bir sıraya oturdular, konuşmaksızın denizi seyre koyuldular. Yalta, aşağıda sabah sisleri arasında belli belirsiz seçiliyordu, yukarda dağların doruğunu durağan, beyaz bulutlar sarmıştı.” O bulutlardan bahsedince, “Yaşar Kemal, Sarı Sıcak'ta ne der, bilir misin?” diye sordum kelebeğe… “Güneyde Akdenizin üstündeki ak bulutlar top top yükselince bil ki Akdenizden serin, ıslak bir yel esecek, sıcaktan pişmiş insanları ıslak bir havlu serinliğiyle saracaktır.”
"Bulut denilince benim aklıma Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sindeki şu büyülü satırlar gelir,” dedi kelebek ve başlandı mırıldanmaya; “Yağmur sürüyor olsa da batıda karanlık aralanmıştı, denizin üstünde pembe ve altın sarısı bir dalga misali kabaran, köpüklü bulutlar salınmaktaydı. ‘Şuna bak,’ diye fısıldadı Daisy, bir an sonra ekledi: ‘Keşke şu pembe bulutlardan birini yakalayıp seni içine hapsedebilsem ve oradan oraya gezdirebilsem.”
Benimse aklıma yalnızca ve yalnızca Levent Yılmaz’ın Afrika’sındaki “Boş bir dünya bu…”dan şu dizeler geliyordu; “Geçecek zaman, fakir ve güzel dünya/ evet ama gittin, zalimsin, yoksun/ geçme deseydik ya zamana/ diye şikayet ederken bir pamuk bulut topak topak beliriveriyor/ yüzün gülüyor yukarıdan. Nasıl seviyorum o bulutu./ Nasıl seviniyorum!”
Sonra sustuk, biz de birlikte göğe baktık ve sevindik.
* Görsel: Yavuz Girgin
Yeni yorum gönder