Baharın erken gelişiyle dışarıda daha çok vakit geçirmeye başlayan kelebek, pencereden, “Çiçek kokularıyla dolgunlaşan hava gönlümüzü bir saadet vaadiyle kaplar,” diyerek giriverdi. Çiçek kokularının peşinde uçup durmuş bizimki. “Saadetin daim olsun. Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’ndan mı o alıntı?” diye sordum. “Evet,” dedi ve hülyalı bir şekilde alıntı yapmayı sürdürdü: “Yalıların içi baharın genç teni gibi kokardı. Her gece çiçek saksıları yatılacak odalardan çıkarılır, sofalara bırakılırdı. Fakat çiçek kokuları bahçelerden yalılara yükselerek açık camlı odalardan içeri girerdi. Akşamları bazı balkonları vücutlarıyla, kokularıyla bir tente gibi saran mor salkımların kokusu dışarı taşar, yolları kaplardı. Korular ve bahçeler önlerinden geçen kayık ve sandallar su üstünde bir de çiçek kokularını yararak geçerlerdi. (...) Korulardan, bahçe duvarlarından taşan kokularla bütün Boğaziçi en katı kalpleri yumuşatacak, rikkate getirecek bir duygu ile çiçek kokardı. Düşünsek, çiçeklerin kokusu büyük bir şefkat değil midir?”
Çiçeklerin kokusundan şefkat hisseden yalnızca Hisar değil anlaşılan; Selim İleri de İstanbul Mayısta Bir Akşamdı adlı son kitabında, “İstanbul’a yazın gelişi biraz da ıhlamur kokusuyla...” diyerek benzer bir hissiyata dokunuyor. “Ya yemek kokuları...” diyen kelebek, yine İleri’nin kitabından okudu: “Kırklarındaki Refik Halid, İstanbul’a yazı patlıcan kızartmasının kokusuyla, hatta yağı kızgın tavadaki cızırtıyla getirmiş, nefis denemesinde. Bir öğleden sonra, Beyoğlu’nun arka sokakları, bir yerlerden buram buram patlıcan kızartması kokusu.” Bu bölüm ona Nezihe Meriç’in Gülün İçinde Bülbül Sesi Var’ını hatırlatmış olmalı ki, kütüphaneden çıkarıp okumaya başladı: “Çok şenliklidir bizim iskele. Küçük balıkçı lokantaları açıldı son yıllarda peş peşe. Onun için havada hep kızarmış balık, kıyılmış soğan, maydanoz kokusu vardır; leylakların kokusuna karışan.”
Sonra, dışarıdaki kokuları alıp eve sokmaya karar vermiş olmalı ki bu kez de elini Proust’un Swann’ların Tarafı’na attı: “Bunlar –tıpkı bazı yerlerde, havanın ya da denizin geniş alanlarında, bizim göremediğimiz sayısız tekhücreli hayvanın bir ışık, bir koku yayması gibi– havada asılı duran faziletin, bilgeliğin, alışkanlıkların ve gizli, görünmez, dolu dolu, ahlaklı bir hayatın yaydığı bin bir kokuyla bizi büyüleyen taşra odalarındandırlar; şüphesiz doğal kokulardı bunlar ve tıpkı yakındaki kırkar gibi mevsimin rengini taşırlardı, ama evcilleşmiş, insani ve içeriye ait, meyve bahçesinden dolaba giren yılın bütün meyvelerinden ustalıkla damıtılmış, harikulade, duru bir karışım oluştururlardı, mevsimlerle değişirlerdi, ama birer mobilya gibi eve yerleşirler, kırağının keskinliğini sıcak ekmeğin hoşluğuyla yumuşatırlardı; bir köy saati gibi aylak ve dakik, işsiz güçsüz ve düzenli, tasasız ve ihtiyatlıydılar, çamaşır kokusu, sabah vaktinin kokusu, ibadetin kokusuydular, kaygıyı artırmaktan başka bir işe yaramayan bir huzurda ve içinde yaşamadan geçip gidenler için sınırsız bir şiir kaynağı olan bir yavanlıkta mutluluğu bulmuşlardı.”
Koku ve haz
Kokular yalnızca çiçekler, yiyecekler ve evlerle sınırlı değil elbette. Koku tenle, aşkla ve hazla da yakından ilgilidir! Süskind’in Koku’sunun seri katili, kokusuna âşık olduğu kadınların peşine düşüp o kokuyu elde edebilmek uğruna onları öldürür. Zola ise Nana’da, Paris’in kokusunun yağmurlu bir sabah dağınık, büyük bir yatağa benzediğini söyler. Koku ve haz denince Füruzan’ın Gül Mevsimidir’i de gelir akla. Novellanın kahramanı olan bir zamanların namlı güzeli, güngörmüş yaşlı kadın anılarını hatırlamaya, “Tütünü hep sevmişimdir. Bana yaklaşmış erkeklerin kolonyayla karışık tütün kokularını her birinde ayrı ayrı anarım,” diyerek başlar ve şu sırrını paylaşır: “Bir kabule gitmem, bir gün hazırlanmamı gerektirirdi. Koltuk altlarıma, oyluklarıma özel kokumu sürdükten sonra sıcak havlular bastırarak tenimin kokuyu emmesini sağlardım. Seviştiğim yerlerde günlerce havam kalırdı.”
Yine de son sözü kelebek söyledi. Baudelaire’in “Alıp Götüren Koku”sunu mırıldanarak, yine bir başka kokunun peşinde pencereden uçup gitti: “Sıcak bir güz akşamı, kapalı iki gözüm/ Solurken kokusunu baygın göğüslerinin/ Ateşleri altında tekdüze bir güneşin/ Kendinden geçmiş mutlu sahilleri görürüm./ Ve bir ada görürüm, tembel uyuyakalmış/ Benzersiz ağaçların tatlı meyvalarıyla/ Dinç erkekler görürüm dal gibi boylarıyla/ Ve kadınlar görürüm şaşkın gözleri dalmış./ Giderken kokunla ben hoş iklimlere doğru/ Sudan yorgun yelken ve direklerle dolu/ Bir limanı, düşlerim usulca bana taşır/ Ve havada dolaşıp ciğerimi dolduran/ Bir koku süzülerek yemyeşil ağaçlardan/ Ruhumda tayfaların şarkısına karışır.”
* Görsel: Jules Julien
Yeni yorum gönder